Taha Akyol’un Hürriyet’te yazdığı bir köşe yazısında ileri
sürdügü, aşağıdaki paragrafta yer alan görüşlerine cevap olarak yazdığım
yazıdır.
Bu kadar önemli olan Rönesans’ı Osmanlı niye fark edip
gereğini yapmadı?
Bu soru iki bakımdan yanlıştır.
Evvela tarihe aykırıdır. Bugünden geriye bakan bir sorudur. İtalya’da Rönesans’ı yürütenler de, aynı dönemdeki Osmanlılar da bunun gelecek asırlardaki sonuçlarını bilmiyorlardı. Kaldı ki, Sinan hiçbir şekilde Da Vinci’den geri değildi, hatta başarıları daha somuttu. Osmanlı’nın oraya özenmesi için o asırlarda bir sebep yoktu.
Sualin yanlış olmasının ikinci sebebi, Rönesans denilen uzun ve karmaşık toplumsal hadiseler zincirinin ‘devlet’ kararıyla yapıldığı sanılarak Osmanlı’nın devlet olarak ne yaptığının sorgulanmasıdır. Halbuki Rönesans olaylarının devletle ilgisi yoktu.
Bu soru iki bakımdan yanlıştır.
Evvela tarihe aykırıdır. Bugünden geriye bakan bir sorudur. İtalya’da Rönesans’ı yürütenler de, aynı dönemdeki Osmanlılar da bunun gelecek asırlardaki sonuçlarını bilmiyorlardı. Kaldı ki, Sinan hiçbir şekilde Da Vinci’den geri değildi, hatta başarıları daha somuttu. Osmanlı’nın oraya özenmesi için o asırlarda bir sebep yoktu.
Sualin yanlış olmasının ikinci sebebi, Rönesans denilen uzun ve karmaşık toplumsal hadiseler zincirinin ‘devlet’ kararıyla yapıldığı sanılarak Osmanlı’nın devlet olarak ne yaptığının sorgulanmasıdır. Halbuki Rönesans olaylarının devletle ilgisi yoktu.
Taha Akyol
Öncelikle, ‘Rönesans’ı Osmanlı niye fark edip gereğini yapmadı?’
Sorusunu sormanın yanlış olduğu yönündeki görüşünüze katılmıyorum. Tarih bilimi
sadece geçmişteki olayları kronolojik olarak sıralamak değilse, işin içine
yorum da katmaya hakkımız varsa, tabii ki bugünden geriye bakan sorular
soracağız. Oynanmış bitmiş bir satranç karşılaşmasını da meraklıları irdeleyip,
‘şu hamle yanlış olmuş, bu hamle doğru olmuş’ şeklinde yorumlar yaparlar. Bu
tür irdelemeler ve yorumlar yeni öğrenenlerin gelişmesine yardımcı olur.
Dolayısıyla, bu tür soruları sorup tartışmayı anlamlı buluyorum ‘İtalya’da
Rönesans’ı yürütenler de, aynı dönemdeki Osmanlılar da bunun gelecek
asırlardaki sonuçlarını bilmiyorlardı’ demişsiniz. Kimsenin geleceği bilme
lüksü yok. Ama, devlet adamlarından beklenen ‘öngörü’ sahibi olmalarıdır.
İkinci olarak, Rönesans’ın ‘devlet’ kararıyla
yapılmadığına ben de katılıyorum. Ancak, sizin de belirttiğiniz gibi,
Rönesans’ı hazırlayan gelişme, İtalya’da muazzam bir servet biriktirme
olanağına kavuşan bir burjuvazinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada
devletlerin yapabileceği ve yapması gereken şeyler vardır. Osmanlı’nın Batı’ya özenmesi için o asırlarda
bir sebep olmadığına da katılmıyorum. Sinan, Da Vinci’den geri değildir ama tek
örnektir. Churchill’in tabiriyle ‘yüzyılda bir çıkan dahilerden’ biridir.
Osmanlı’nın sisteminin bir ürünü olmadığı, ikinci bir Sinan’ın yetişmemiş
olmasından bellidir. Sonuç olarak, Osmanlı’nın uygarlık yarışında Batı’dan
geride kalmış olduğunu, dolayısıyla, birşeyleri yanlış yaptığını kabul etmemiz
lazım. Üstelik bu yarışın başında Batı’dan daha iyi konumlanmış durumdaydı. Bunları
neye dayanarak söylediğimi aşağıda anlatmaya çalışacağım.
Büyük ve parlak İslam medeniyetinin ortaya çıkmasında
Müslümanların Akdeniz ticaretini ele geçirmiş olmalarının belirleyici rol
oynadığını kabul ediyorum. Moğol istilasının ve Haçlı seferlerinin sonucunda
Akdeniz ticareti İtalyan gemicilerin eline geçti. İtalyan şehirlerinde büyük
servetler biriktiren burjuvazi Rönesans denilen gelişmeleri yarattı. Bu da
tamam. Ama, bunun sonrasında coğrafi keşifler yüzünden Akdeniz önemini
kaybetti, Osmanlı bu önemini kaybeden coğrafyada kurulduğu için yapacağı fazla
birşey yoktu demek tam doğru değil. Niçin değil? Birincisi, Osmanlı’nın kurulduğu
XIV. yüzyıl başı ile coğrafi keşiflerin etkilerini göstermeye başladığı XVI.
yüzyıl başı arasında iki yüzyıl var. Bu süre içinde Osmanlı oldukça avantajlı
bir konuma sahipti. İkincisi, coğrafi keşiflerden sonra da Osmanlı’nın devlet
olarak yapabileceği şeyler mutlaka vardı. Şimdi gelin bunlara sırasıyla
bakalım.
Osmanlı, kuruluş
döneminde, elverişli konuma sahipti
Haçlı seferleri sonucu Akdeniz ticaretinin Araplardan
İtalyanlara geçmesinin bazı yan etkileri de oldu. Haçlı Seferleri sırasında ve sonrasında,
Haçlılara en çok zorluk çıkaran ülke olan Mısır’ı zor durumda bırakabilmek için
Papalık bu ülkeye abluka uyguladı. İtalyan gemiciler, kazancın cazibesine
kapılıp, Papa’nın emrine pek uymadılar ama yine de Hindistan-Basra-Mısır
üzerinden Avrupa’ya giden yol riskli hale geldi ve buna alternatif olarak,
Arapların ticarete ağırlığını koymasıyla önemini kaybetmiş olan Anadolu tekrar
canlılık kazandı. Selçukluların bol bol inşa ettiği kervansaraylar da bu
canlanmanın kanıtı ve göstergesidir. Ayrıca, XII. yüzyılda Almanya’nın da bir
ekonomik güç olarak ortaya çıkmaya başlaması sonucu, Karadeniz ve Güney
Rusya üzerinden Almanya ticareti başladı. Karadeniz limanları da önem kazandı.
Cenevizliler, Karadeniz-Boğazlar yolunu kullanmaya başladılar. Balkanların
fethi de Osmanlı’ya Avrupa ile doğrudan ticaret olanağı verdi.
En
elverişli karayolu ve suyolları Osmanlıları Avrupa’nın hemen bütün yeni doğmuş
pazarlarına ve endüstri alanlarına, önemli tüketim merkezlerine kolayca ulaşma
durumuna sahip kılmış bulunuyordu. (...) Selçuklu dönemi Anadolu endüstrisi ile
Bizans’ın Marmara, Ege ve Rumeli çevreleri endüstrisi, Osmanlı yayılması
sonucu, aynı siyasi sınırlar içinde birleşmiş güçlü bir sanayi bütünü
oluşturdukları için, Türkiye’yi öteki Müslüman ülkelere bakarak, Yeniçağ’ın ilk
yüzyılı içinde de bu bakımdan Avrupa ile atbaşı gidebilecek duruma getirmişti.
(...) Karadeniz’in kuzey ve doğu iskelerinden başlayan yollar da Türk
ekonomisini Rusya, Orta Asya ve İran ticaretine bağlıyordu. Demek oluyor ki
Türkiye (Osmanlı), yerlerine kendi imparatorluğunu oturttuğu Araplardan ve
Bizanslılardan çok üstün koşulları ele geçirmiş olduğu gibi Batı Hıristiyan
dünyasıyla atbaşı gidebilecek olanaklara sahipti. (Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, s. 498-499)
Sermaye
birikimi imkanları açısından Osmanlı’nın ekonomik yapısı’nın incelenmesi
Tarihteki ekonomik ve buna bağlı olarak sosyal atılımların belli
bir sosyal sınıfın elinde sermaye birikmesi sonucu geçekleştiğini kabul etmek
lazım. İsterseniz Osmanlı’daki sosyal sınıfların yapısına ve bunların sermaye
biriktirme potansiyallerine bir göz atalım.
Osmanlı’da sosyal sınıfları, köylü, şehirli ve devlet hizmetlileri
(askeri) diye ayırmak mümkün. Piramidin en alt basamağını teşkil eden köylü
sınıfının sermaye biriktirme potansiyeli olmadığı için onun üzerinde durmamıza
gerek yok. Zaten toprağın sahibi devlet olduğu için köylü sadece kiracı
durumunda. Şehirde oturanlardan devlet hizmetlilerinin dışında olanlar genelde
esnaf ve tüccar. Esnaflar, lonca adı verilen kuruluşlar etrafında örgütlenmiş
durumda. Osmanlı’nın ekonomisinde önemli yeri olan bu teşkilatı konumuz
açısından biraz incelemekte yarar var.
Lonca
Her meslek erbabının ayrı bir loncası vardı. Bu loncalardan ancak
büyük şehirde olanlar istisnai olarak geniş pazarlar ve başka ülkeler için
üretim yaparladı. Yaygın olan durum yerel ve küçük bir pazar için yapılan
sınırlı üretimdi. Adam yetiştirmede, mamul üretmede ince kurallar vardı. Müşteri zevkine ve kesesine göre ürün
çeşitlendirmek mümkün değildi. Rekabet kavramı ve kar odaklı olmak hoş
görülmezdi. Fazla paranın peşinde koşmak ahlaksızlıktı. El emeği ve alın teri
kutsaldı. Rekabeti önlemek adına loncanın ihtiyacı olan hammadde bir araya
getirilir her üyeye şeffaf bir şekilde paylaştırılır, üretilen ürün lonca adına
satılırdı. Üretilen malların fiyatı kadılar tarafından belirlenirdi (narh). Bu
belirlemede kullanılan kriter genellikle maliyet artı emekti. (Capital Formation in the Ottoman Empire,
Halil İnalcık, The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1 sayfa 10’dan
özetlenerek alınmıştır.)
Bu düzen içerisinde sermaye birikiminin olanaklı olmayacağı
açıktır. Nitekim, H. İnalcık, Bursa, Edirne ve İstanbuldaki, ölen kişilerin
bıraktığı mirasın kaydedildiği tereke defterlerinde yaptığı 1550-1650 yılları
arasını kapsayan incelemede hatırı sayılır servete sahip hiçbir esnafa
rastlamamıştır. Lonca sistemi XIX. yüzyıla kadar yaşamıştır. (age. s. 21)
Diğer Şehirliler
Esnafın dışında kalan bazı şehirlilerin sermaye biriktirmek için
daha fazla şansa sahip olduklarını görüyoruz. Bunlar, sarraflar ve
tüccarlardır. Sarraflar, altın ve gümüş ticareti yapan, faizle borç para veren
ve mültezimlik yapan (devletten hak satın alarak kendi hesabına vergi toplayan)
kişilerdir. Tüccarlardan ise uzun mesafeler arasında ticaret yapan kişileri
kastediyoruz. Özellikle İstanbul’a zahire getirenlerin büyük paralar kazandıklarını
görüyoruz. (age. s. 25) Halil
İnalcık’a göre, yaygın kanının tersine, tüccarların büyük çoğunluğu gayrimüslim
değildi. Özellikle XVIII. yüzyıla kadar Müslüman tüccar gayrimüslim kadar
yaygındı. Bu tarihten sonra Doğu ile ticaret azalıp Batı ön plana çıkınca gayrimüslim
tüccar sayısı da arttı.
Askeri sınıfı
Bunlar devlet memurlarıdır. Tamamı devşirmedir. Bir kısmı maaşını
nakit olarak alır. (Enderun hizmetlisi, kale koruyucusu, şehir subaşısı,
asesler) Diğerlerine ise devlet, yaptıkları hizmetin karşılığında maaş ödemek
yerine belli vergileri kendi hesabına toplama hakkı tanımıştır. Bu kişilere
Dirlik (tımar) erbabı denir (Tımarlı sipahi, sancakbeyi, beylerbeyi, vezir,
yüksek memur). Bu sınıftan olan yüksek rütbeliler arasında büyük servet sahibi
olanlar vardır. Ancak bu kişiler, servetlerinin kaynağı olan dirliklerin gerçek
sahibi olmadıkları, sadece görevleri devam ettiği sürece dirliklerden gelir
elde edebildikleri ve bu dirlikleri miras olarak bırakamadıkları için
gelirlerinin sürekliliği yoktur. Bu duruma çözüm olarak geliştirilen yaklaşım
ise vakıf kurmaktır.
Vakıf
Hayır işi özelliği taşıyan bir yapı oluşturulur. (cami, medrese,
hastane, aşevi, çeşme, köprü, tekke, türbe vs) Bu hayır kuruluşunun
masraflarını karşılayacak, bakımını yapacak bir gelir kaynağı gerektiği için,
padişahtan alınan temlikname ile vakıf kuran kişinin tımarı, özel mülk statüsü
kazanır. Gelirleri vakıf ihtiyaçlarına tahsis edilir. Vakıf kurucusunun
mirasçıları, vakıf yöneticisi yapılır ve ömür boyu gelir sahibi olmaları sağlanır.
Vakfın giderlerini karşılamak için bir tımarın geliri tahsis edilebileceği
gibi, bu gelir, gayrimenkul kirası, nakit para faizi de olabilmektedir.
Vakıflar, kuruldukları yere belli bir ekonomik canlılık getirmekle birlikte,
esas itibarıyla, üretici değil tüketici kuruluşlardır. Hiçbir zaman gerçek bir
kapitalist kurum olmamışlardır.
Köylerdeki durum
Osmanlı’da toprağın devlete ait olması dolayısıyla topraktan
kaynaklanan sermaye birikimi mümkün değildi. XVI. yüzyılın ortalarından
itibaren, Batı’da kıymetli madenlerin bollaşması sonucu ortaya çıkan enflasyon,
Osmanlı’daki ücretli memurların reel gelirlerini düşürünce bunlar yeni gelir
kaynakları arayışına girdiler. Bulabildikleri en karlı ek gelir, faizcilikti.
Yüksek faizlerle para verdikleri köylüler
borcunu ödeyemeyince topraklarına el koydular. Aslında bu el koyma işi
(toprak devletin olduğu için) pek yasal değildi. Ama işin bu yönünü de rüşvetle
hallettiler. Böylece Osmanlı’da ilk defa geniş arazilerin özel şahısların
elinde toplanması durumu ortaya çıktı. Bu durum, XVII. yüzyıl başında çıkan
Celali karışıklıkları sonucu, güvenlik yüzünden köylülerin topraklarını terk
edip kaçması ve boşalan topraklara çoğunluğu Kapıkulu, Yeniçeri olan şahısların
el koymasıyla devam etti. Bu şekilde toprak sahibi olanların çoğu, ekip biçme
şeklindeki tarıma pek rağbet etmeyip, kaçakçılığa daha uygun olduğu için koyun
yetiştiriciliğine yöneldiler. Bu gelişmelerin sonucu, özellikle sahillere yakın
arazilerin yeni sahipleri bir miktar sermeye biriktirme olanağı yakaladılar. (age. S. 34-35)
Osmanlı
ekonomik sisteminin genel değerlendirmesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik yapısı geleneksel Ortadoğu
devletlerinin tipik bir örneğidir. (age.
S. 40) Türkiye’nin ekonomik
düzeni, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, hele uluslararası ticaret yönünden,
önemli bir değişme geçirmemiş, Ortaçağ Özgenliğini (Selçuklu Türkiyesi dönemindeki
ana yapısını) koruyagelmişti. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
Mustafa Akdağ, YKY, s. 502) Üretim ve dağıtım üzerinde yakın kontrol
uygulanmıştır. Sanayi üretimi lonca sisteminin katı kuralları ile
sınırlandırılmış, hiçbir zaman Avrupa’nın Merkantalist sistemine gidiş
görülmemiştir. En büyük zenginler yüksek devlet memurları arasından çıkmış
ancak bu kişiler, sistemin doğası gereği, birikimlerini, üretici olmayan
vakıflara yatırmayı tercih etmişlerdir. Semaye birikimi gerçekleştirme imkanını
sadece sarraflar, bölgeler ve uluslararası ticaret yapan büyük tüccarlar ve
köylüyü borçlandırarak toprağına el koyan bazı devlet memurları, o da çok
sınırlı ölçekte bulabilmiştir.
Batı’lı devletlerde
durum
Siz, Rönesans’ın devletle ilgisi olmadığını yazmışsınız ama, bu
dönemde Batılı tüccarların ve sanayicilerin başarılarının arkasında devlet
politikalarının olduğunu görmekteyiz.
‘Avrupa’nın bu iç
ticaretinde Venedik ve Cenevizlilerin üstünlükleri ve satıcılık tekelleri uzun
sürmedi. Dokuma sanayii Fransa’ya ve oradan Flandre’a geçti. Özellikle bu
bölgenin dokumacılığı, Kuzey İtalya’yı gölgede bırakacak bir gelişme kaydetti.
İngiliz koyunculuğunun ünlü yünlerinin Flaman dokumacıları için hayati bir
hammadde olması dolayısıyla, İngiliz koyun üreticileri ve yün tüccarları bu
sayede büyük kazançlar sağlamaya başladılar. Onun arkasından İngilizler, kendi
yünlerini kendi işlemek üzere, Londra’da çuha sanayiini kurarak dünyaya ün
salmış kumaş endüstrisinin sahibi olmayı başardılar. Bu durumda Britanya yünlerinden
yoksun kalan Avrupa karası kumaşçılığı önemli bir hammadde bunalımı geçirdiği
gibi, İngiliz yün tüccarlarını dışarıya yün satmaktan alıkoymak da, bu ülke
kralı için önemli bir sorun oldu. Daha XIV. yüzyılın ilk yarısında, İngiliz
kralı II. Edward, yerli kumaşları rekebetten korumak için, İngiltere’ye yabancı
kumaşın sokulmasını yasaklamış bulunuyordu. Fransa Kralı XI. Louis de, Fransız
mallarının reklamını yapacak ilk sergiyi İngiliz başşehri Londra’da açacak
kadar biliçli bir iktisat politikası güttü.’ (H. Pirennne, Economic and
Social History of Medieval Europe, s. 221)
Yukarıdaki alıntıyı yaparak, şu yorumda bulunuyor Mustafa Akdağ: ‘Artık Avrupa’da her devletin kendi
ülkesinde milli bir ekonomi siyaseti uygulaması gerektiği ortaya çıkmış,
böylece, her kral ve onun hükümeti memleketin ticaret ve endüstrisini
geliştirecek tedbirleri almayı baş görev sayar olmuştu. (Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, s. 484)
Türkiye’nin
artık kapı komşusu olan Avrupa devletlerinde ekonomik atılım her ülkenin
kralını ve hükümetini derinden etkilemiş, devletin, siyasi olduğu kadar
ekonomik bir bütünü ifade ettiği yöneticilerin kafasına iyice yerleşmişti. Onun
için, krallar tüm iktisadi güçleri millileştirme, iç ticareti ve yerli
endüstriyi geliştirme, dış ticareti ülkenin çıkarları yönünden yapılan
anlaşmalarla yürütme, öteki devletlere yollanan elçilerin, yanlız siyasi değil,
iktisadi ve ticari ilişkileri de ustalıkla yürütecek kişilerden seçilmesi vb
konuların devlet işi olduğunu kabul ediyorlardı. Devlet varlığının devamının
yalnız askeri güce değil, ekonomik sağlamlığa da bağlı bulunduğu, Batı’da artık
doğal bir kanıydı. (H. Hauser, Peuples et Civilisations, s. 51)
(Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, s. 502)
Osmanlı’nın
Batı’ya özenmesine gerek yok muydu?
Bu aşamaya kadar, sadece Osmanlı’nın ve Batı’nın ekonomik
yaklaşımlarını ortaya koymaya çalıştım ve hangisinin üstün, hangisinin iyi
olduğuna dair bir yorumda bulunmadım. Şimdi kritik soruya geliyoruz: Osmanlı’nın
ekonomik yaklaşımı bilinçli bir tercih miydi? Öyle ya, her devletin, şu veya bu
şekilde sermaye birikimi imkanları yaratarak kapitalizme zemin hazırlaması şart
mıdır? Hepimiz biliyoruz ki, bugüne kadar yaşanmış tüm sermaye birikimi
hikayelerinin geçmişinde kan, gözyaşı ve sömürülen emekçi kitlelerin çektiği
ızdıraplar yer alır. Oysa Lonca sistemine bugünkü tüketim toplumunun yarattığı
şartlanmadan kendimizi arındırarak baktığımızda derin bir felsefe ve insani
değerlerin hakim olduğu bir yaşam tarzı görüyoruz. Köylerdeki düzen de,
herkezin işleyebileceği kadar toprağın tasarruf hakkına sahip olmasına
dayanıyor. Osmanlı devleti, Batı’nın emek sömürüsü üzerinde yükselen bireyci
sistemini reddedip, kendi toplumunun değerlerine daha uygun düşen insancıl bir
sistemi bilinçli olarak mı seçmişti acaba? Eğer böyle olsaydı, bu seçimi büyük
bir saygıyla karşılar, bu seçimin sonucu olarak bugünün Türkiyesinde kişi
başına düşen milli gelirin Batı’ya kıyasla ne kadar az olduğunu eleştirmeyi
aklımdan bile geçirmezdim. Ancak, konuyu biraz derinlemesine incelediğimizde
durumun maalesef böyle olmadığını görüyoruz.
Osmanlı ekonomisi hiçbir devirde çok iyi değildi
Osmanlıların geniş toprak fetihleri devrine
erdikleri XIV. yüzyılın sonlarına doğru bile, memleketin para darlığından kurtulamadığını
en eski kaynaklardan kimisi kaydetmiştir. (Aşıkpaşazade, İstanbul yayımı, s. 56,
Neşri, TTK yayımı, s. 204) (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
Mustafa Akdağ, s. 635)
I. Selim
devri, devlet gelirleri yönünden, çok zengin olarak söylenegelmiştir. (...)
Fakat, hükümet harcamaları yönünden para tedarikinde uğranan zorluğun, II.
Bayezit devrindeki kadar olmasa bile, tam giderilemediğini kabul etmek yerinde
olacaktır. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
Mustafa Akdağ, s. 653)
Batılılar, XVI. yüzyılın ortasında denizaşırı ülkelerinden taşıyıp
getirdikleri kumaşlarını Anadolu’da satıyorlar ve yerli dokumacılığımızı tehdit
edebiliyorlardı.
1599’dan
sonraki dönemde, Frenk malları daha çok artacaktır. (...) Batı’nın bir yandan
yapılmış mal sürme ve öte yandan hammadde yüleyip götürme biçimindeki alışveriş
niteliği, Türkiye’nin yerli sanayiini yanlız hammadde sıkıntısına sokmakla
kalmıyor, yerli yapımı malların Batı yapımı mallarla rekabet edememesi
yüzünden, Türkiye’de endüstri gittikçe ölü hale geliyordu.
(Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, s. 663)
Yani, hammadde satıp mamul almak ve bunu yerli sanayimizin hem
hammaddesiz kalması hem de rekabet edememe yüzünden zarar görmesi pahasına
yapmak şeklindeki sömürge ticaretini Muhteşem Yüzyıl’da başlatmıştık. Halbuki
İngiliz kralı II. Edward, ülkesinde, hammadde çıkışını, mamul girişini
yasaklayarak efsanevi İngiliz dokumacılığının gelişmesine önayak olmuştu.
Ekonomi kötüye gidince Osmanlı hangi önlemleri aldı?
I. Süleyman devrinde daha da vahim hale gelen ekonomik sorunlar
için nasıl önlemler alındı biliyor musunuz? Mustafa Akdağ’ın adı geçen
eserinden özetleyerek aktarıyorum. (s. 654-656)
1.
Köylülerin üzerine yazılmış araziler yeniden
ölçüldü. Fazla bulunanlar ayrılıp, tapu resmi alınarak başkalarına verildi.
Arazi tahriri denilen bu işlem, devlet memurlarının yaptıkları yolsuzlukların
da etkisiyle büyük hoşnutsuzluklara sebep oldu. İsyanlar çıktı.
2.
Şehirlerden alınan vergilerin (mukataa)
toplanması işi taşeronlara verilmeye başlandı. (İltizam)
3.
Maaşları yükselmiş Yeniçeriler, yüksek
tımarların başına tayin edilerek bunların maaş yükünden kurtulma yoluna gidildi.
Ancak, o güne kadar Türklere verilmesi adet olan tımarlı sipahiliğin
kapıkullarına verilmeye başlanması, bu kurumun çöküş nedenlerinden biri oldu ve
devlet bundan büyük zarar gördü.
4.
Şer-i kurallara göre alınan vergilere
dokunulamadığı için, devletin savaşa giderken aldığı vergi (avarız vergisi)
yarım yüzyıl içinde üç katına çıktı ve sadece seferde alınırken sürekli hale
dönüştürüldü.
Osmanlı’nın
ekonomik yaklaşımı nedir?
Osmanlı’nın tüm politikası savaşmak ve
vergi almak üzerine kuruludur. Mustafa Akdağ, bu konuda açıkça şunları
söylemektedir: Osmanlı devletinin bütün
bir düzenliği, bir tek iş, yani ülkeden daha çok vergi elde işi olarak
düşünülmüş gibidir. Sanki vergi almak kamuyu idare için değil de, kamuyu idare
vergi almak için bir konudur. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
Mustafa Akdağ, YKY, s. 553)
Yukarıda belirttiğim iyi niyetli
yaklaşıma sadık kalarak Osmanlı’nın mevcut düzenini bilinçli bir tercih olarak
kabulde ısrar etsek dahi, bu defa da ekonomi yönetimini beceriksizlikle
suçlamamız kaçınılmaz olacaktır. Sanayide Lonca sistemi sürdürülmek
isteniyorsa, gümrük duvarlarının iyice yükseltilip, yerli üretimin Batı’nın
rekabetinden korunması gerekirdi. Böylece Batılıların Osmanlı ülkesinden
hammadde ithal edebilmek için nakit ödemek zorunda kalmaları sayesinde para
(kıymetli maden) darlığına da çözüm getirilmiş olabilirdi. Oysa, Osmanlı’nın
aklına, ülkeden gümüş çıkışını yasaklamaktan başka bir önlem gelmemiş, bu da
bir işe yaramamıştır.
Akdeniz’in
önemini kaybetmesi karşısında alınacak önlemler yok muydu?
Yarış koşulup bittikten sonra hangi ata oynanması gerektiğini söylemek
tabii ki çok kolaydır ve bir anlam ifade etmez. Ama, biz ölümlülerin elinden
gelen budur. Koskoca imparatorluğu idare etmiş olanlardan ise daha fazlasını
beklemek hakkımızdır. Örneğin Süveyş kanalı XVI. yüzyılda açılmış olsa, Osmanlı’nın
gölü durumunda olan Akdeniz tekrar ticaretin gözdesi olmaz mıydı? M.Ö. 2000
yılından beri insanların kafasında olan, Romalılar ve Araplar tarafından
üzerinde tasarımlar yapılan bu projeyi gerçekleştirmek koskoca Osmanlı İmparatorluğu
için imkansız mıydı? Yoksa bir vizyon eksikliği mi söz konusuydu? Bu konuyu II.
Selim’in gündeme getirdiğini biliyoruz. O gün yapılsaydı, yine de geç değildi.
Ancak bu iş için, Don ve Volga’nın birleştirilmesi projesi kadar bile gayret
sarfedilmedi.
Herkez, I. Süleyman’ı, kapütilasyonlar yüzünden eleştirir. Bence
bu padişahın yaptığı en hayırlı iş budur. Akdeniz ticaretinin canlandırılmasına
yöneliktir. Vizyoner bir yaklaşımdır. Ancak altının doldurulması gerekirdi; bu
yapılamadı. Tabii ki bu yaklaşım, yukarıda sözünü ettiğim, ‘Lonca sistemine
sadık kalacaksak gümrük duvarlarını yükseltmeliydik’ yaklaşımı ile çelişir.
Kapütilasyonlarda karşılıklılık prensibi vardır. Osmanlı vatandaşları da Avrupa
devletlerinde bir Avrupalının Osmanlı ülkesindeki sahip olduğu haklara sahipti.
Dolayısıyla, bu anlaşmadan zararlı çıkmamak için, Osmanlı’nın da Avrupa
ülkelerinde satabileceği mallar üretip satmanın yollarını bulması gerekiyordu.
Sonuç
Osmanlı, Kuruluş Dönemi’nde son derece elverişli
coğrafi konuma ve ekonomik avantajlara sahipti. Ancak bu avantajlarını kalıcı
kılmak için gerekli çabayı göstermedi. Başlangıçta fetihlerden sağladığı
gelirin hep devam edeceğini zannetti. Bunun olmadığını görünce vergi konusunda
halkına ve özellikle köylülere yüklenmeye başladı. Öyle ki, daha imparatorluğun
yükselme döneminde ağır vergiler altında ve faizcilerin elinde herşeyini
kaybeden köylüler topraklarını bırakıp kaçarak ‘çiftbozan’ olmaya başladılar.
Bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan Celali Karışıklıkları
XVII. yüzyılın başında tüm Anadolu’yu yangın yerine çeviren ‘Büyük Kaçgun’ a
kadar gitti. Batılı devletler Rönesansı ve arkasından sanayi devrimini
gerçekleştirip uygarlık yolunda adımlar atarken, Osmanlı bu konuda başarılı
olamadı ve yıkıldığında ondan geriye kalan, tam anlamıyla bir enkazdı.
Dolayısıyla, bugünden geriye bakarak Osmanlı’nın
uygarlık yarışında geride kalmasının altında yatan nedenleri sorgulamaya
hakkımız olduğu ve bu sorgulamanın yararlı analizlere zemin hazırlayabileceğini
bir kez daha vurgulamak isterim.
Yararlanılan
Kaynaklar:
1. Capital
Formation in the Ottoman Empire, Halil İnalcık, The Journal of Economic
History, Vol. 29, No. 1
2. Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder