22 Aralık 2013 Pazar

Rönesans ve Osmanlı


Taha Akyol’un Hürriyet’te yazdığı bir köşe yazısında ileri sürdügü, aşağıdaki paragrafta yer alan görüşlerine cevap olarak yazdığım yazıdır.

Bu kadar önemli olan Rönesans’ı Osmanlı niye fark edip gereğini yapmadı?
Bu soru iki bakımdan yanlıştır.
Evvela tarihe aykırıdır. Bugünden geriye bakan bir sorudur. İtalya’da Rönesans’ı yürütenler de, aynı dönemdeki Osmanlılar da bunun gelecek asırlardaki sonuçlarını bilmiyorlardı. Kaldı ki, Sinan hiçbir şekilde Da Vinci’den geri değildi, hatta başarıları daha somuttu. Osmanlı’nın oraya özenmesi için o asırlarda bir sebep yoktu.
Sualin yanlış olmasının ikinci sebebi, Rönesans denilen uzun ve karmaşık toplumsal hadiseler zincirinin ‘devlet’ kararıyla yapıldığı sanılarak Osmanlı’nın devlet olarak ne yaptığının sorgulanmasıdır. Halbuki Rönesans olaylarının devletle ilgisi yoktu.

Taha Akyol

Öncelikle, ‘Rönesans’ı Osmanlı niye fark edip gereğini yapmadı?’ Sorusunu sormanın yanlış olduğu yönündeki görüşünüze katılmıyorum. Tarih bilimi sadece geçmişteki olayları kronolojik olarak sıralamak değilse, işin içine yorum da katmaya hakkımız varsa, tabii ki bugünden geriye bakan sorular soracağız. Oynanmış bitmiş bir satranç karşılaşmasını da meraklıları irdeleyip, ‘şu hamle yanlış olmuş, bu hamle doğru olmuş’ şeklinde yorumlar yaparlar. Bu tür irdelemeler ve yorumlar yeni öğrenenlerin gelişmesine yardımcı olur. Dolayısıyla, bu tür soruları sorup tartışmayı anlamlı buluyorum ‘İtalya’da Rönesans’ı yürütenler de, aynı dönemdeki Osmanlılar da bunun gelecek asırlardaki sonuçlarını bilmiyorlardı’ demişsiniz. Kimsenin geleceği bilme lüksü yok. Ama, devlet adamlarından beklenen ‘öngörü’ sahibi olmalarıdır.

İkinci olarak, Rönesans’ın ‘devlet’ kararıyla yapılmadığına ben de katılıyorum. Ancak, sizin de belirttiğiniz gibi, Rönesans’ı hazırlayan gelişme, İtalya’da muazzam bir servet biriktirme olanağına kavuşan bir burjuvazinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada devletlerin yapabileceği ve yapması gereken şeyler vardır.  Osmanlı’nın Batı’ya özenmesi için o asırlarda bir sebep olmadığına da katılmıyorum. Sinan, Da Vinci’den geri değildir ama tek örnektir. Churchill’in tabiriyle ‘yüzyılda bir çıkan dahilerden’ biridir. Osmanlı’nın sisteminin bir ürünü olmadığı, ikinci bir Sinan’ın yetişmemiş olmasından bellidir. Sonuç olarak, Osmanlı’nın uygarlık yarışında Batı’dan geride kalmış olduğunu, dolayısıyla, birşeyleri yanlış yaptığını kabul etmemiz lazım. Üstelik bu yarışın başında Batı’dan daha iyi konumlanmış durumdaydı. Bunları neye dayanarak söylediğimi aşağıda anlatmaya çalışacağım.

Büyük ve parlak İslam medeniyetinin ortaya çıkmasında Müslümanların Akdeniz ticaretini ele geçirmiş olmalarının belirleyici rol oynadığını kabul ediyorum. Moğol istilasının ve Haçlı seferlerinin sonucunda Akdeniz ticareti İtalyan gemicilerin eline geçti. İtalyan şehirlerinde büyük servetler biriktiren burjuvazi Rönesans denilen gelişmeleri yarattı. Bu da tamam. Ama, bunun sonrasında coğrafi keşifler yüzünden Akdeniz önemini kaybetti, Osmanlı bu önemini kaybeden coğrafyada kurulduğu için yapacağı fazla birşey yoktu demek tam doğru değil. Niçin değil? Birincisi, Osmanlı’nın kurulduğu XIV. yüzyıl başı ile coğrafi keşiflerin etkilerini göstermeye başladığı XVI. yüzyıl başı arasında iki yüzyıl var. Bu süre içinde Osmanlı oldukça avantajlı bir konuma sahipti. İkincisi, coğrafi keşiflerden sonra da Osmanlı’nın devlet olarak yapabileceği şeyler mutlaka vardı. Şimdi gelin bunlara sırasıyla bakalım.   

Osmanlı, kuruluş döneminde, elverişli konuma sahipti

Haçlı seferleri sonucu Akdeniz ticaretinin Araplardan İtalyanlara geçmesinin bazı yan etkileri de oldu. Haçlı Seferleri sırasında ve sonrasında, Haçlılara en çok zorluk çıkaran ülke olan Mısır’ı zor durumda bırakabilmek için Papalık bu ülkeye abluka uyguladı. İtalyan gemiciler, kazancın cazibesine kapılıp, Papa’nın emrine pek uymadılar ama yine de Hindistan-Basra-Mısır üzerinden Avrupa’ya giden yol riskli hale geldi ve buna alternatif olarak, Arapların ticarete ağırlığını koymasıyla önemini kaybetmiş olan Anadolu tekrar canlılık kazandı. Selçukluların bol bol inşa ettiği kervansaraylar da bu canlanmanın kanıtı ve göstergesidir. Ayrıca, XII. yüzyılda Almanya’nın da bir ekonomik güç olarak ortaya çıkmaya başlaması sonucu, Karadeniz ve Güney Rusya üzerinden Almanya ticareti başladı. Karadeniz limanları da önem kazandı. Cenevizliler, Karadeniz-Boğazlar yolunu kullanmaya başladılar. Balkanların fethi de Osmanlı’ya Avrupa ile doğrudan ticaret olanağı verdi.

En elverişli karayolu ve suyolları Osmanlıları Avrupa’nın hemen bütün yeni doğmuş pazarlarına ve endüstri alanlarına, önemli tüketim merkezlerine kolayca ulaşma durumuna sahip kılmış bulunuyordu. (...) Selçuklu dönemi Anadolu endüstrisi ile Bizans’ın Marmara, Ege ve Rumeli çevreleri endüstrisi, Osmanlı yayılması sonucu, aynı siyasi sınırlar içinde birleşmiş güçlü bir sanayi bütünü oluşturdukları için, Türkiye’yi öteki Müslüman ülkelere bakarak, Yeniçağ’ın ilk yüzyılı içinde de bu bakımdan Avrupa ile atbaşı gidebilecek duruma getirmişti. (...) Karadeniz’in kuzey ve doğu iskelerinden başlayan yollar da Türk ekonomisini Rusya, Orta Asya ve İran ticaretine bağlıyordu. Demek oluyor ki Türkiye (Osmanlı), yerlerine kendi imparatorluğunu oturttuğu Araplardan ve Bizanslılardan çok üstün koşulları ele geçirmiş olduğu gibi Batı Hıristiyan dünyasıyla atbaşı gidebilecek olanaklara sahipti. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, s. 498-499)

Sermaye birikimi imkanları açısından Osmanlı’nın ekonomik yapısı’nın incelenmesi

Tarihteki ekonomik ve buna bağlı olarak sosyal atılımların belli bir sosyal sınıfın elinde sermaye birikmesi sonucu geçekleştiğini kabul etmek lazım. İsterseniz Osmanlı’daki sosyal sınıfların yapısına ve bunların sermaye biriktirme potansiyallerine bir göz atalım.

Osmanlı’da sosyal sınıfları, köylü, şehirli ve devlet hizmetlileri (askeri) diye ayırmak mümkün. Piramidin en alt basamağını teşkil eden köylü sınıfının sermaye biriktirme potansiyeli olmadığı için onun üzerinde durmamıza gerek yok. Zaten toprağın sahibi devlet olduğu için köylü sadece kiracı durumunda. Şehirde oturanlardan devlet hizmetlilerinin dışında olanlar genelde esnaf ve tüccar. Esnaflar, lonca adı verilen kuruluşlar etrafında örgütlenmiş durumda. Osmanlı’nın ekonomisinde önemli yeri olan bu teşkilatı konumuz açısından biraz incelemekte yarar var.

Lonca

Her meslek erbabının ayrı bir loncası vardı. Bu loncalardan ancak büyük şehirde olanlar istisnai olarak geniş pazarlar ve başka ülkeler için üretim yaparladı. Yaygın olan durum yerel ve küçük bir pazar için yapılan sınırlı üretimdi. Adam yetiştirmede, mamul üretmede ince kurallar vardı.  Müşteri zevkine ve kesesine göre ürün çeşitlendirmek mümkün değildi. Rekabet kavramı ve kar odaklı olmak hoş görülmezdi. Fazla paranın peşinde koşmak ahlaksızlıktı. El emeği ve alın teri kutsaldı. Rekabeti önlemek adına loncanın ihtiyacı olan hammadde bir araya getirilir her üyeye şeffaf bir şekilde paylaştırılır, üretilen ürün lonca adına satılırdı. Üretilen malların fiyatı kadılar tarafından belirlenirdi (narh). Bu belirlemede kullanılan kriter genellikle maliyet artı emekti. (Capital Formation in the Ottoman Empire, Halil İnalcık, The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1 sayfa 10’dan özetlenerek alınmıştır.)

Bu düzen içerisinde sermaye birikiminin olanaklı olmayacağı açıktır. Nitekim, H. İnalcık, Bursa, Edirne ve İstanbuldaki, ölen kişilerin bıraktığı mirasın kaydedildiği tereke defterlerinde yaptığı 1550-1650 yılları arasını kapsayan incelemede hatırı sayılır servete sahip hiçbir esnafa rastlamamıştır. Lonca sistemi XIX. yüzyıla kadar yaşamıştır. (age. s. 21)

Diğer Şehirliler

Esnafın dışında kalan bazı şehirlilerin sermaye biriktirmek için daha fazla şansa sahip olduklarını görüyoruz. Bunlar, sarraflar ve tüccarlardır. Sarraflar, altın ve gümüş ticareti yapan, faizle borç para veren ve mültezimlik yapan (devletten hak satın alarak kendi hesabına vergi toplayan) kişilerdir. Tüccarlardan ise uzun mesafeler arasında ticaret yapan kişileri kastediyoruz. Özellikle İstanbul’a zahire getirenlerin büyük paralar kazandıklarını görüyoruz. (age. s. 25) Halil İnalcık’a göre, yaygın kanının tersine, tüccarların büyük çoğunluğu gayrimüslim değildi. Özellikle XVIII. yüzyıla kadar Müslüman tüccar gayrimüslim kadar yaygındı. Bu tarihten sonra Doğu ile ticaret azalıp Batı ön plana çıkınca gayrimüslim tüccar sayısı da arttı.

Askeri sınıfı

Bunlar devlet memurlarıdır. Tamamı devşirmedir. Bir kısmı maaşını nakit olarak alır. (Enderun hizmetlisi, kale koruyucusu, şehir subaşısı, asesler) Diğerlerine ise devlet, yaptıkları hizmetin karşılığında maaş ödemek yerine belli vergileri kendi hesabına toplama hakkı tanımıştır. Bu kişilere Dirlik (tımar) erbabı denir (Tımarlı sipahi, sancakbeyi, beylerbeyi, vezir, yüksek memur). Bu sınıftan olan yüksek rütbeliler arasında büyük servet sahibi olanlar vardır. Ancak bu kişiler, servetlerinin kaynağı olan dirliklerin gerçek sahibi olmadıkları, sadece görevleri devam ettiği sürece dirliklerden gelir elde edebildikleri ve bu dirlikleri miras olarak bırakamadıkları için gelirlerinin sürekliliği yoktur. Bu duruma çözüm olarak geliştirilen yaklaşım ise vakıf kurmaktır.

Vakıf

Hayır işi özelliği taşıyan bir yapı oluşturulur. (cami, medrese, hastane, aşevi, çeşme, köprü, tekke, türbe vs) Bu hayır kuruluşunun masraflarını karşılayacak, bakımını yapacak bir gelir kaynağı gerektiği için, padişahtan alınan temlikname ile vakıf kuran kişinin tımarı, özel mülk statüsü kazanır. Gelirleri vakıf ihtiyaçlarına tahsis edilir. Vakıf kurucusunun mirasçıları, vakıf yöneticisi yapılır ve ömür boyu gelir sahibi olmaları sağlanır. Vakfın giderlerini karşılamak için bir tımarın geliri tahsis edilebileceği gibi, bu gelir, gayrimenkul kirası, nakit para faizi de olabilmektedir. Vakıflar, kuruldukları yere belli bir ekonomik canlılık getirmekle birlikte, esas itibarıyla, üretici değil tüketici kuruluşlardır. Hiçbir zaman gerçek bir kapitalist kurum olmamışlardır.

Köylerdeki durum

Osmanlı’da toprağın devlete ait olması dolayısıyla topraktan kaynaklanan sermaye birikimi mümkün değildi. XVI. yüzyılın ortalarından itibaren, Batı’da kıymetli madenlerin bollaşması sonucu ortaya çıkan enflasyon, Osmanlı’daki ücretli memurların reel gelirlerini düşürünce bunlar yeni gelir kaynakları arayışına girdiler. Bulabildikleri en karlı ek gelir, faizcilikti. Yüksek faizlerle para verdikleri köylüler  borcunu ödeyemeyince topraklarına el koydular. Aslında bu el koyma işi (toprak devletin olduğu için) pek yasal değildi. Ama işin bu yönünü de rüşvetle hallettiler. Böylece Osmanlı’da ilk defa geniş arazilerin özel şahısların elinde toplanması durumu ortaya çıktı. Bu durum, XVII. yüzyıl başında çıkan Celali karışıklıkları sonucu, güvenlik yüzünden köylülerin topraklarını terk edip kaçması ve boşalan topraklara çoğunluğu Kapıkulu, Yeniçeri olan şahısların el koymasıyla devam etti. Bu şekilde toprak sahibi olanların çoğu, ekip biçme şeklindeki tarıma pek rağbet etmeyip, kaçakçılığa daha uygun olduğu için koyun yetiştiriciliğine yöneldiler. Bu gelişmelerin sonucu, özellikle sahillere yakın arazilerin yeni sahipleri bir miktar sermeye biriktirme olanağı yakaladılar. (age. S. 34-35)

Osmanlı ekonomik sisteminin genel değerlendirmesi

Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik yapısı geleneksel Ortadoğu devletlerinin tipik bir örneğidir. (age. S. 40) Türkiye’nin ekonomik düzeni, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, hele uluslararası ticaret yönünden, önemli bir değişme geçirmemiş, Ortaçağ Özgenliğini (Selçuklu Türkiyesi dönemindeki ana yapısını) koruyagelmişti. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, s. 502) Üretim ve dağıtım üzerinde yakın kontrol uygulanmıştır. Sanayi üretimi lonca sisteminin katı kuralları ile sınırlandırılmış, hiçbir zaman Avrupa’nın Merkantalist sistemine gidiş görülmemiştir. En büyük zenginler yüksek devlet memurları arasından çıkmış ancak bu kişiler, sistemin doğası gereği, birikimlerini, üretici olmayan vakıflara yatırmayı tercih etmişlerdir. Semaye birikimi gerçekleştirme imkanını sadece sarraflar, bölgeler ve uluslararası ticaret yapan büyük tüccarlar ve köylüyü borçlandırarak toprağına el koyan bazı devlet memurları, o da çok sınırlı ölçekte bulabilmiştir.

Batı’lı devletlerde durum

Siz, Rönesans’ın devletle ilgisi olmadığını yazmışsınız ama, bu dönemde Batılı tüccarların ve sanayicilerin başarılarının arkasında devlet politikalarının olduğunu görmekteyiz.

Avrupa’nın bu iç ticaretinde Venedik ve Cenevizlilerin üstünlükleri ve satıcılık tekelleri uzun sürmedi. Dokuma sanayii Fransa’ya ve oradan Flandre’a geçti. Özellikle bu bölgenin dokumacılığı, Kuzey İtalya’yı gölgede bırakacak bir gelişme kaydetti. İngiliz koyunculuğunun ünlü yünlerinin Flaman dokumacıları için hayati bir hammadde olması dolayısıyla, İngiliz koyun üreticileri ve yün tüccarları bu sayede büyük kazançlar sağlamaya başladılar. Onun arkasından İngilizler, kendi yünlerini kendi işlemek üzere, Londra’da çuha sanayiini kurarak dünyaya ün salmış kumaş endüstrisinin sahibi olmayı başardılar. Bu durumda Britanya yünlerinden yoksun kalan Avrupa karası kumaşçılığı önemli bir hammadde bunalımı geçirdiği gibi, İngiliz yün tüccarlarını dışarıya yün satmaktan alıkoymak da, bu ülke kralı için önemli bir sorun oldu. Daha XIV. yüzyılın ilk yarısında, İngiliz kralı II. Edward, yerli kumaşları rekebetten korumak için, İngiltere’ye yabancı kumaşın sokulmasını yasaklamış bulunuyordu. Fransa Kralı XI. Louis de, Fransız mallarının reklamını yapacak ilk sergiyi İngiliz başşehri Londra’da açacak kadar biliçli bir iktisat politikası güttü.’ (H. Pirennne, Economic and Social History of Medieval Europe, s. 221)

Yukarıdaki alıntıyı yaparak, şu yorumda bulunuyor Mustafa Akdağ: ‘Artık Avrupa’da her devletin kendi ülkesinde milli bir ekonomi siyaseti uygulaması gerektiği ortaya çıkmış, böylece, her kral ve onun hükümeti memleketin ticaret ve endüstrisini geliştirecek tedbirleri almayı baş görev sayar olmuştu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, s. 484)

Türkiye’nin artık kapı komşusu olan Avrupa devletlerinde ekonomik atılım her ülkenin kralını ve hükümetini derinden etkilemiş, devletin, siyasi olduğu kadar ekonomik bir bütünü ifade ettiği yöneticilerin kafasına iyice yerleşmişti. Onun için, krallar tüm iktisadi güçleri millileştirme, iç ticareti ve yerli endüstriyi geliştirme, dış ticareti ülkenin çıkarları yönünden yapılan anlaşmalarla yürütme, öteki devletlere yollanan elçilerin, yanlız siyasi değil, iktisadi ve ticari ilişkileri de ustalıkla yürütecek kişilerden seçilmesi vb konuların devlet işi olduğunu kabul ediyorlardı. Devlet varlığının devamının yalnız askeri güce değil, ekonomik sağlamlığa da bağlı bulunduğu, Batı’da artık doğal bir kanıydı. (H. Hauser, Peuples et Civilisations, s. 51) (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, s. 502)

Osmanlı’nın Batı’ya özenmesine gerek yok muydu?

Bu aşamaya kadar, sadece Osmanlı’nın ve Batı’nın ekonomik yaklaşımlarını ortaya koymaya çalıştım ve hangisinin üstün, hangisinin iyi olduğuna dair bir yorumda bulunmadım. Şimdi kritik soruya geliyoruz: Osmanlı’nın ekonomik yaklaşımı bilinçli bir tercih miydi? Öyle ya, her devletin, şu veya bu şekilde sermaye birikimi imkanları yaratarak kapitalizme zemin hazırlaması şart mıdır? Hepimiz biliyoruz ki, bugüne kadar yaşanmış tüm sermaye birikimi hikayelerinin geçmişinde kan, gözyaşı ve sömürülen emekçi kitlelerin çektiği ızdıraplar yer alır. Oysa Lonca sistemine bugünkü tüketim toplumunun yarattığı şartlanmadan kendimizi arındırarak baktığımızda derin bir felsefe ve insani değerlerin hakim olduğu bir yaşam tarzı görüyoruz. Köylerdeki düzen de, herkezin işleyebileceği kadar toprağın tasarruf hakkına sahip olmasına dayanıyor. Osmanlı devleti, Batı’nın emek sömürüsü üzerinde yükselen bireyci sistemini reddedip, kendi toplumunun değerlerine daha uygun düşen insancıl bir sistemi bilinçli olarak mı seçmişti acaba? Eğer böyle olsaydı, bu seçimi büyük bir saygıyla karşılar, bu seçimin sonucu olarak bugünün Türkiyesinde kişi başına düşen milli gelirin Batı’ya kıyasla ne kadar az olduğunu eleştirmeyi aklımdan bile geçirmezdim. Ancak, konuyu biraz derinlemesine incelediğimizde durumun maalesef böyle olmadığını görüyoruz.

Osmanlı ekonomisi hiçbir devirde çok iyi değildi

 Osmanlıların geniş toprak fetihleri devrine erdikleri XIV. yüzyılın sonlarına doğru bile, memleketin para darlığından kurtulamadığını en eski kaynaklardan kimisi kaydetmiştir. (Aşıkpaşazade, İstanbul yayımı, s. 56, Neşri, TTK yayımı, s. 204) (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, s. 635)

I. Selim devri, devlet gelirleri yönünden, çok zengin olarak söylenegelmiştir. (...) Fakat, hükümet harcamaları yönünden para tedarikinde uğranan zorluğun, II. Bayezit devrindeki kadar olmasa bile, tam giderilemediğini kabul etmek yerinde olacaktır. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, s. 653)

Batılılar, XVI. yüzyılın ortasında denizaşırı ülkelerinden taşıyıp getirdikleri kumaşlarını Anadolu’da satıyorlar ve yerli dokumacılığımızı tehdit edebiliyorlardı.

1599’dan sonraki dönemde, Frenk malları daha çok artacaktır. (...) Batı’nın bir yandan yapılmış mal sürme ve öte yandan hammadde yüleyip götürme biçimindeki alışveriş niteliği, Türkiye’nin yerli sanayiini yanlız hammadde sıkıntısına sokmakla kalmıyor, yerli yapımı malların Batı yapımı mallarla rekabet edememesi yüzünden, Türkiye’de endüstri gittikçe ölü hale geliyordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, s. 663)

Yani, hammadde satıp mamul almak ve bunu yerli sanayimizin hem hammaddesiz kalması hem de rekabet edememe yüzünden zarar görmesi pahasına yapmak şeklindeki sömürge ticaretini Muhteşem Yüzyıl’da başlatmıştık. Halbuki İngiliz kralı II. Edward, ülkesinde, hammadde çıkışını, mamul girişini yasaklayarak efsanevi İngiliz dokumacılığının gelişmesine önayak olmuştu.

Ekonomi kötüye gidince Osmanlı hangi önlemleri aldı?

I. Süleyman devrinde daha da vahim hale gelen ekonomik sorunlar için nasıl önlemler alındı biliyor musunuz? Mustafa Akdağ’ın adı geçen eserinden özetleyerek aktarıyorum. (s. 654-656)

1.      Köylülerin üzerine yazılmış araziler yeniden ölçüldü. Fazla bulunanlar ayrılıp, tapu resmi alınarak başkalarına verildi. Arazi tahriri denilen bu işlem, devlet memurlarının yaptıkları yolsuzlukların da etkisiyle büyük hoşnutsuzluklara sebep oldu. İsyanlar çıktı.

2.      Şehirlerden alınan vergilerin (mukataa) toplanması işi taşeronlara verilmeye başlandı. (İltizam)

3.      Maaşları yükselmiş Yeniçeriler, yüksek tımarların başına tayin edilerek bunların maaş yükünden kurtulma yoluna gidildi. Ancak, o güne kadar Türklere verilmesi adet olan tımarlı sipahiliğin kapıkullarına verilmeye başlanması, bu kurumun çöküş nedenlerinden biri oldu ve devlet bundan büyük zarar gördü.

4.      Şer-i kurallara göre alınan vergilere dokunulamadığı için, devletin savaşa giderken aldığı vergi (avarız vergisi) yarım yüzyıl içinde üç katına çıktı ve sadece seferde alınırken sürekli hale dönüştürüldü.

Osmanlı’nın ekonomik yaklaşımı nedir?

Osmanlı’nın tüm politikası savaşmak ve vergi almak üzerine kuruludur. Mustafa Akdağ, bu konuda açıkça şunları söylemektedir: Osmanlı devletinin bütün bir düzenliği, bir tek iş, yani ülkeden daha çok vergi elde işi olarak düşünülmüş gibidir. Sanki vergi almak kamuyu idare için değil de, kamuyu idare vergi almak için bir konudur. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, s. 553)

Yukarıda belirttiğim iyi niyetli yaklaşıma sadık kalarak Osmanlı’nın mevcut düzenini bilinçli bir tercih olarak kabulde ısrar etsek dahi, bu defa da ekonomi yönetimini beceriksizlikle suçlamamız kaçınılmaz olacaktır. Sanayide Lonca sistemi sürdürülmek isteniyorsa, gümrük duvarlarının iyice yükseltilip, yerli üretimin Batı’nın rekabetinden korunması gerekirdi. Böylece Batılıların Osmanlı ülkesinden hammadde ithal edebilmek için nakit ödemek zorunda kalmaları sayesinde para (kıymetli maden) darlığına da çözüm getirilmiş olabilirdi. Oysa, Osmanlı’nın aklına, ülkeden gümüş çıkışını yasaklamaktan başka bir önlem gelmemiş, bu da bir işe yaramamıştır.

Akdeniz’in önemini kaybetmesi karşısında alınacak önlemler yok muydu?

Yarış koşulup bittikten sonra hangi ata oynanması gerektiğini söylemek tabii ki çok kolaydır ve bir anlam ifade etmez. Ama, biz ölümlülerin elinden gelen budur. Koskoca imparatorluğu idare etmiş olanlardan ise daha fazlasını beklemek hakkımızdır. Örneğin Süveyş kanalı XVI. yüzyılda açılmış olsa, Osmanlı’nın gölü durumunda olan Akdeniz tekrar ticaretin gözdesi olmaz mıydı? M.Ö. 2000 yılından beri insanların kafasında olan, Romalılar ve Araplar tarafından üzerinde tasarımlar yapılan bu projeyi gerçekleştirmek koskoca Osmanlı İmparatorluğu için imkansız mıydı? Yoksa bir vizyon eksikliği mi söz konusuydu? Bu konuyu II. Selim’in gündeme getirdiğini biliyoruz. O gün yapılsaydı, yine de geç değildi. Ancak bu iş için, Don ve Volga’nın birleştirilmesi projesi kadar bile gayret sarfedilmedi.

Herkez, I. Süleyman’ı, kapütilasyonlar yüzünden eleştirir. Bence bu padişahın yaptığı en hayırlı iş budur. Akdeniz ticaretinin canlandırılmasına yöneliktir. Vizyoner bir yaklaşımdır. Ancak altının doldurulması gerekirdi; bu yapılamadı. Tabii ki bu yaklaşım, yukarıda sözünü ettiğim, ‘Lonca sistemine sadık kalacaksak gümrük duvarlarını yükseltmeliydik’ yaklaşımı ile çelişir. Kapütilasyonlarda karşılıklılık prensibi vardır. Osmanlı vatandaşları da Avrupa devletlerinde bir Avrupalının Osmanlı ülkesindeki sahip olduğu haklara sahipti. Dolayısıyla, bu anlaşmadan zararlı çıkmamak için, Osmanlı’nın da Avrupa ülkelerinde satabileceği mallar üretip satmanın yollarını bulması gerekiyordu.

Sonuç

Osmanlı, Kuruluş Dönemi’nde son derece elverişli coğrafi konuma ve ekonomik avantajlara sahipti. Ancak bu avantajlarını kalıcı kılmak için gerekli çabayı göstermedi. Başlangıçta fetihlerden sağladığı gelirin hep devam edeceğini zannetti. Bunun olmadığını görünce vergi konusunda halkına ve özellikle köylülere yüklenmeye başladı. Öyle ki, daha imparatorluğun yükselme döneminde ağır vergiler altında ve faizcilerin elinde herşeyini kaybeden köylüler topraklarını bırakıp kaçarak ‘çiftbozan’ olmaya başladılar. Bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan Celali Karışıklıkları XVII. yüzyılın başında tüm Anadolu’yu yangın yerine çeviren ‘Büyük Kaçgun’ a kadar gitti. Batılı devletler Rönesansı ve arkasından sanayi devrimini gerçekleştirip uygarlık yolunda adımlar atarken, Osmanlı bu konuda başarılı olamadı ve yıkıldığında ondan geriye kalan, tam anlamıyla bir enkazdı.

Dolayısıyla, bugünden geriye bakarak Osmanlı’nın uygarlık yarışında geride kalmasının altında yatan nedenleri sorgulamaya hakkımız olduğu ve bu sorgulamanın yararlı analizlere zemin hazırlayabileceğini bir kez daha vurgulamak isterim.

Yararlanılan Kaynaklar:

1.      Capital Formation in the Ottoman Empire, Halil İnalcık, The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1

2.      Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder