İSLAM’IN
ALTIN ÇAĞI
GİRİŞ
Günümüzün İslam coğrafyasına baktığımızda, istisnasız
tüm Müslüman ülkelerin, çağdaş uygarlık ve yaşam standardları açısından çok
kötü durumda olduğunu görüyoruz. İslamiyet ile geri kalmışlık arasındaki bu
yüksek bağlılaşım, (korelasyon) ister istemez, bu durumun rastlantısal
olamayacağı, İslam dininin uygarlık alanındaki gelişmeler üzerinde olumsuz
etkisinin olup olmadığının incelenmesi gerektiği düşüncesini akla getiriyor.
Böyle bir ilişkinin kurulmasına temelden karşı olan yaklaşımın en büyük
dayanağı, İslam Dünyası’nın, tarihin belli bir döneminde çağının en yüksek
uygarlık düzeyine erişmeyi başarmış olmasıdır. Bu düşüncenin savunucuları: ‘İslam
gelişmeye engelse nasıl oldu da Avrupa Kıtası Ortaçağ’ın karanlıklarında debelenirken
Müslümanlar her alanda en ileri uygarlığı yakalayabildiler?’ demektedir.
Gerçekten de, Abbasi İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde, İslam dünyası her
alanda büyük başarılar elde etmiş ve deyim yerindeyse bir ‘Altın Çağ’
yaşamıştır. Ancak, Abbasilerden sonra çöküş başlamış ve bir daha da uygarlığın
liderliği Müslümanlara nasip olmamıştır.
İslam uygarlığının yükselişi nasıl gerçekleşti? Düşüş,
nasıl ve niçin oldu? Bu sorular, tarihin
en önemli ve en ilgi çekici inceleme konuları arasındadır ve şüphesiz,
cevapları çeşitli ve karmaşıktır.
ALTIN ÇAĞ
NEDİR?
İslamın Altın Çağı ifadesi ile kastedilen dönemin
başlangıcı ve sonu konusunda değişik görüşler olmakla birlikte, bu
tanımlamanın, IX. yüzyılın başından XII. yüzyılın sonuna kadar olan dörtyüz
yıllık dönemi kapsadığını kabul edebiliriz.
Bu dönemde İslam dünyası, uygarlığın her alanında büyük gelişme
gösterdi. Günlük yaşamı kolaylaştıran buluş ve ilerlemelerin yanısıra, bilim
teknoloji ve felsefe alanlarında da dünyaca tanınan bilginler ortaya çıktı. Bağdat,
Kahire, Şam, Semerkand, Marakeş, Kudüs gibi önemli şehirler bu devirde doğdu. Önemli kütüphaneler açıldı. Antik felsefenin yazılı eserleri
Arapça’ya çevrildi. yeni bilimsel buluşların yarattığı canlılık sayesinde Altın
Çağ aynı zamanda sosyal, ekonomik, entelektüel alanda da önemli
gelişmelere yol açtı. Üretilen bilimsel
ve felsefi eserlerin sayısı olabildiğince arttı. Çinlilerle yapılan savaşlar ve
diğer ilişkiler sırasında Araplar, kağıt üretim tekniklerini öğrendiler. O devirde
kullanılmakta olan papirüs ve deriden yapılan parşömen pahalıya mal olduğundan
kullanımı yaygın değildi. Kağıt kullanımı yazılı eserlerin yayılmasına yardımcı
oldu. Matematikte Hintlilerden alınan sıfır ve ondalık sistemin keşfi sayesinde
matematiğe ilgi arttı. Hem geometri hem de aritmetiğin geliştirilmesi sağlandı.
Rakkamların bulunması aritmetiği sadece bilginlerin anlayabileceği bir sır
olmaktan çıkarıp sıradan insanların kavrayabileceği ve günlük hayatlarında
kullanabileceği duruma getirdi. Ayrıca, hem haritacılık hen de astronomide
büyük önemi olan trigonometri’yi geliştirdiler. Eczacılık ve tıpta da önemli
gelişmeler kaydedildi. Gözlemevleri kuruldu, mevcut olanlar serbestçe
faaliyetlerini yürüttü. Astronomi aletleri denizcilikte kullanıldı. Arap
hekimleri optik bilimini kurarak daha sonra teleskop, mikroskop, fotoğraf
makinası ve diğer optik aletlerin gelişmesi için etkin bir temel yarattılar.
Araplar, kimya biliminin de kurucusu oldular. Mısır, Babil medeniyetlerinde
derin kökler salmış ve Yunanlılar tarafından kısmen rasyonelleştirilmiş
gelenekler ve pratik çerçevesinde çalışmalar yaparak bu alandaki gelişmelerin
bir bütün olarak anlaşılabilmesini ve bazı genel ilkelerle desteklenmesini
sağladılar.
ALTIN
ÇAĞ’DAKİ UYGARLIK DÜZEYİNE NASIL ULAŞILDI?
Burada kullandığımız ‘Uygarlık’ sözcüğünü, yaşamın çeşitli
alanlarında (ekonomi, bilim, mimarlık,
sanat) gelişmişlik olarak tanımlıyoruz. Herhangibir bölgede ve zamanda,
uygarlığın gelişmesinin şu üç etkene bağlı
olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür:
1.
Para: Uygarlık
yolunda atılan ilk adım, ‘avcı, toplayıcı’ yaşam düzeninden ‘tarım toplumu’na
geçiştir. Böylece insan, fiziksel ihtiyaçlarından fazla üretim yapma olanağına
sahip olmuş ve yaşamı iyileştirecek, kolaylaştıracak gelişmeler için zaman ve emek
harcama lüksüne erişebilmiştir. Thales, karnını doyurabilmek için avlanmak veya
ekip biçmek zorunda olsaydı, Thales olabilir miydi? Bilim adamlarının, filozofların, sanatçıların
krallar veya toplumda güç sahibi diğer kişiler tarafından desteklendiği çağlarda
uygarlığın daha hızlı geliştiğine ilişkin birçok örnek göstermek mümkündür.
Toplumun ileri gelenlerinin böyle bir eğilim göstermesi için de söz konusu toplumun
ekonomik yönden iyi durumda olması gerekir.
2. İletişim: İnsan
toplulukları birbirlerinden habersiz yaşasalardı, uygarlıkta kaydedilen
gelişmeler hiç şüphesiz çok daha yavaş olurdu. Her toplum tekerleği yeniden
keşfetmek zorunda kalırdı. Oysa uygarlık, birbiri üzerine bina edilen
gelişmelerle oluşur. Atılan bir adım diğerini tetikler. Atılan bir adımdan
haberdar olan kişi sayısı ne kadar fazla olursa, o adımın üzerine bir yenisinin
eklenmesi olasılığı o kadar yüksek olur.
3. Özgürlük: Bu
kelimenin sözlük anlamı, ‘engellenmemiş
ve zorlanmamış olma hali’ dir. Bir toplumda, sanat ve düşünce ile ilgili
engelleyici kurallar ve baskılar varsa, bu durumun gelişmeyi olumsuz
etkileyeceği açıktır. Özgürlük konusu, diğer iki etkenden (para ve iletişim)
çok daha farklı bir konuma sahiptir. Para ve iletişim maddidir. Bugünden yarına
ele geçirilmeleri mümkündür. Oysa bir insanın özgür olabilmesi için özgür
yetişmesi, özgür bir eğitim alması gerekir. Özgürlük ortamının oluşturulması
zordur ve zaman ister. Buna karşılık, bir anda yok edilebilir.
Şimdi, Altın Çağ’ın koşullarını, yukarıdaki üç etken açısından
irdelemeye çalışalım.
Altın
Çağ’ın Ekonomisi
Hz. Muhammed’in ölümünden Emeviler hanedanının sonuna kadar geçen
118 yıl içinde (632-750) Atlas Okyanusu’ndan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir
coğrafyanın tamamı Arapların egemenliğine girmiş bulunmaktaydı. Fethedilen
bölgelerden alınan ganimetlerin ve bu bölgelerden toplanan vergilerin büyük bir
servet birikimi yaratmış olduğunu tahmin etmek zor değildir. Ayrıca, o çağın en
önemli ticaret yolları olan İpek Yolu, Baharat Yolu da bu fetihler sonucunda
Arapların kontroluna girmiş bulunuyordu. Bunların hepsinden daha önemlisi, o
dönemde ekonominin kalbi demek olan, Akdeniz’deki ticaretin Arapların
kontroluna girmiş olmasıydı.
Altın
Çağ’da iletişim
İskenderiye, Nizip, Harran, Semerkant gibi Ortadoğu'nun en önemli entelektüel merkezlerinin
aynı yönetim altında toplanmış olması
iletişim yollarını açtı. O dönemdeki iletişim araçlarının en etkin olanı
ticaretti. Tüccarlar, ticaret yaptıkları ülkelerde görüp tanıdıkları değişik
teknolojiler, yöntemler, eserler, hakkında bilgileri başka yerlere taşıdıkları
gibi, bilim adamları, sanatçılar ve filozoflar da kervanlar vasıtasıyla bir
yerden diğerine daha rahat ve güvenli olarak ulaşabiliyorlardı. Yukarıda
belirtilen önemli ticaret yollarının aynı idare altında toplanmış olması, iletişimi
arttıran bir etken olarak ortaya çıktı.
‘Sekizinci yüzyılda
İslamiyet, Orta Asya’dan İspanya’ya kadar uzanan geniş bir alanda hakimiyet
kurmuştu. O zamandan itibaren bu geniş bölgenin büyük bir kısmı ortak bir
kültür, ortak bir din ve ortak bir yazın dili görülecek, birkaç yüzyıl boyunca
da ortak bir yönetim hüküm sürecek ve serbest ticaret koşulları var olacaktı.
Daha uzun bir zaman, din ve hac, Fas’tan Çin’e kadar, bilgin ve şairlere
serbest geçiş sağladı. Bu yayılma, kısa vadede kültür ve bilimi büyük ölçüde
etkiledi.’[1]
Arapların kurduğu yönetim birliği, birbirinden yalıtılmış halde
bulunan uygarlıkların ilişkiye girmesine ve canlılık kazanmasına sebep oldu.
İslam
geniş coğrafyalara yayılarak, böyle farklı kültürler arasında ilişki ve
bağlantı kurarak, ortak bir ifade yaratarak felsefe ve bilimin yükseleceği bir
atmosfer oluşturdu. Eski Mısır, Yunan, Süryani ve Hint bilim ve felsefeleri dar
mekanlarda atıl vaziyette asırlarca hareketsiz dururken İslam onları
birbirleriyle temasa geçirdi.
Ayrıca, İslam yönetimi altındaki bölge, dünyanın geri kalan kısmı
ile bağlarını koparmadı. Diğer uygarlıklardan bilgi ve teknoloji transfer
etmeye açık oldu.
‘İslam kentleri, Roma
İmparatorluğundaki kentlerin tersine, kendilerini Doğu’nun geri kalanından
yalıtmadılar. İslamiyet Asya ve Avrupa biliminin odak noktası haline geldi.
Bunun sonucunda Bizans ve Roma’nın tamamen yabancı olduğu bir dizi yeni icat,
ortak bir pota içinde toplandı: Çelik, ipek, kağıt ve porselen imalatı gibi’.[2]
Özgürlük
Sorunsalı
‘İslam dünyası tarihin bir döneminde en ileri uygarlığa erişmiş
olmasına rağmen bu liderliği nasıl ve niçin elinden kaçırdı ve bir daha
yakalayamadı?’ sorusunu cevaplamaya çalışırken karşılaştığımız anahtar etken
özgürlük konusudur. Çağın başında ele geçirilmiş olan ekonomik gücün ve geniş
topraklara hükmetmenin yarattığı iletişim olanaklarının avantaj yarattığı,
çağın sonunda ise başta Haçlı Seferleri
ve Moğol istilası olmak üzere çeşitli etkenlerle merkezi yönetimin ortadan
kalkması sonucu ekonominin zayıfladığı ve güvenliğin azaldığı ve bu
gelişmelerin Altın Çağ’ın başlamasında ve bitmesinde etken olduğu, bu konuyu
ele alan her görüşten araştırmacıların üzerinde fikir birliğine vardığı
hususlardır. Üzerinde fikir birliğine varılamayan tek konu ‘özgürlük’
konusudur. İş özgürlüğe geldiğinde araştırmacıların görüşleri temelde ikiye
ayrılmaktadır:
1.
Dinin egemen olduğu bir toplum yapısında özgür
düşüncenin gelişmesi mümkün değildir. Özgür düşünce olmazsa bilim, sanat ve
uygarlıkta olmaz. Altın Çağ’da toplumsal ortam, birtakım etkenlerin sonucu
olarak, din baskısının etkisi altında değildi ve uygarlık gelişti. Ancak, XIII.
yüzyıldan itibaren din baskısı egemen oldu ve ileriki dönemlerde diğer fiziksel
imkanlar (para ve iletişim) zaman zaman müslümanların eline geçmiş olmasına
rağmen, din baskısı yüzünden İslam dünyasında uygarlık hiç bir zaman Altın
Çağ’ın düzeyine ulaşamadı. Zaten Batı dünyası da, dinde reform yaptığı ve laik
dünya görüşünü oluşturduğu için
gelişebildi.
2.
İslamiyet bilimle çatışmaz. Bunun en güzel
kanıtı da Altın Çağ’da İslam dünyasının, çağının en ileri uygarlığını kurmuş
olmasıdır. Altın Çağ’dan sonra İslam dünyasının aynı başarıyı bir daha
yakalayamamasının nedeni, yabancı kavram ve uygulamaların toplumun içine
sokulması, İslam’ın köklerinden kopmuş olmasıdır ve/veya emperyalistlerin
oyunlarıdır.
İki görüş arasında bir seçim yapabilmek için Altın Çağ’daki
düşünce ortamın irdelenmesi gerekmektedir.
ALTIN ÇAĞ’IN
DÜŞÜNCE ORTAMI
Özgürlük
ve Hoşgörü
İnsan yapısının doğası gereği, işler iyi giderken daha fazla
hoşgörü, daha az suçlama söz konusudur. İslamiyet’in gösterdiği hızlı yükseliş
dönemi pek çok alanda hoşgörünün koşullarını da beraberinde getirdi. ‘İslam dini,
sonraları değil ama başlarda, insan düşüncesinin gelişmesini Hıristiyanlığa
oranla çok daha az köstekledi’.[3]
Din otoriteleri, filozofların yorumlarını bir tehlike olarak görmediler. Bazı
halifelerin bizzat kendileri serbest düşüncenin ve bilimin gelişmesine öncülük
ettiler. Yunan felsefe ve bilim yapıtlarının çevrilmesini
desteklediler. ‘Halife
Me’mun,. Bir çeviri bürosu (Dar-ul-Hikmet) kurdu; burada büyük bilginler
Aristo’nun, Batlamyus’un eserlerinin pek çoğunu Arapçaya çevirdiler. Çok sayıda
Pers ve Hint kitabını da çevirdiler.’[4] Görevli çevirmenlerin çoğu Hıristiyandı. Doğa
bilimlerine de ilgi duyan Me’mun, Müslüman bilginlerin Antik Çağdan beri
aktarılan astronomi bilgilerinin doğruluğunu araştırabilmeleri için
gözlemevleri kurdu.
Sadece o günün koşullarına göre değil, günümüzde bile
hayret uyandıracak bir serbest tartışma ve düşünce özgürlüğü ortamı doğdu. Hilmi
Ziya Ülken, vahye dayalı dinleri eleştiren Ebubekir Razi (841-926) hakkında ‘Abbasi halifelerinin büyük toleransıyla karşılaştığını’,
aynı dönemde yaşayan Farabi, İbn-i Heysem ve Endülüslü İbn-i Hazm’ın Ebubekir
Razi’nin bu görüşünü eleştirdiğini anlatır. (...) Tabiatçılar, dehriyun denilen
materyalistler, panteistler, İslam ansiklopedistleri olan İhvan üs-Sefa’cılar
ve rasyonalist Mutezile akımı bu dönemde ortaya çıktı. Hıristiyan Yahya bin
Adi, Müslümanlarla tartışmata girdi, Hıristiyanlığın ‘teslis’ (üçleme: Tanrı,
İsa, Ruhülkudüs) inancını savundu, Müslüman el Kindi onu eleştirdi, medenice
tartıştılar... Hilmi Ziya Hoca bu olayı ‘o devrin ne kadar hür düşünceli
olduğunu gösterir’ diyerek takdirle kaydediyor.[5]
Devrin yöneticileri özgürlük yanlısı tutum takındılar ve bilimi
desteklediler. J. D. Bernal, devrin yöneticilerini ve ortamını anlatırken
kalsik çağ ve rönesans ile paralellikler kuruyor ve hatta ‘laik’ tabirini
kullanıyor.
‘İslam medeniyetinin başlangıcında bilim
adamlarının sosyal durumları, klasik çağların son safhalarından pek farklı
değildi. Abbasilerin yönetime gelişi ile, 754-861 yılları arasındaki kısa devrede
Mansur, Harun Reşid, Me’mun ve hatta sofu bir halife olan Mütevekkil zamanında
bilim, İskenderiye Müzesi devirlerinden beri görülmemiş bir tarzda,
desteklendi. Kordoba’nın Emevi Halifeleri, (928-1031) İspanya ve Fas’ta onların
yerini alan sıradan emirler, hatta İslam medeniyetinin çöküş dönemindeki
Selahattin, Gazneli Mahmut ve Semerkant’lı Uluğ Bey gibi hükümdarlar, bilimi
destekledikleri ölçüde şeref kazandıklarına inandılar. İslam biliminin bu laik ve ticari ortamı
onu, tamamıyla dini karakterde olan Ortaçak Hristiyanlığı biliminden kesinlikle
ayırdı ve daha çok Rönesans bilimine yaklaştırdı.[6]
Yöneticilerin özgürlükçü ve hoşgörülü tutumları çağın
genel yaklaşımı olup münferit değildi. Dindar olmakla ün yapmış yöneticiler
bile farklı bir davranış içinde olmamışlardır.
Yunan
ilminin İslam’a nakli konusunda en büyük hizmeti yapan İbn-i Ebcer’dir ve İbn-i
Ebcer son derece dindar bir Sünni olan Halife Ömer’in (Ömer bin Abdülaziz,
628-720) doktoru ve şahsi dostu idi.[7]
Altın
Çağ’da felsefenin özellikleri
IX. yüzyılda, gerçek amacı bilim olan ve dini kimi yerde araç kimi
yerde de zorunluluk olarak ele alan ve yapısının gereği olarak farklı akımlara
bölünen bir yepyeni bir ‘İslam’ felsefesi oluştu. Bu felsefe yapı olarak
tanrıbilimci olmakla birlikte dogmaları sorgulayan ve Yunan felsefesi kaynaklı
olan niteliğiyle ‘uzlaştırıci ve eklemlemeci’ bir özellik gösterir.
İsimleri Altın Çağ ile neredeyse özdeşleşmiş olan El Kindi,
Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi filozoflarının görüşlerine kısaca göz
atarsak gerçek İslam şeriatından ne kadar farklı noktalarda olduklarını görmek
mümkündür. Bu durum da, ‘Altın Çağ’da gerçek İslam düşüncesi hakim olduğu için
Müslümanlar ileri gitti, daha sonra İslamiyet dejenere edildiği için aynı
gelişme bir daha sağlanamadı’ görüşünden daha çok, ‘Altın Çağ’da hoşgörü ortamı
oluştuğu ve İslam’la bağdaşmayan düşünceler bile kısıtlanmadığı için gelişme
sağlandı’ görüşünü destekler niteliktedir.
Örneğin, ilk Arap ve
Müslüman düşünürü sayılan El Kindi,
tanrıyı kanıtlama ve ona yaklaşma çabasına karşın gerçek bir akılcıdır
(rasyonalist) ve pek çok noktada İslami dogmadan farklı düşünür. İslam
felsefesinde Aristotelesçi akım olan Meşaiyye
okulunun kurucusudur. Farabi ve İbn-i Sina da bu akıma mensupturlar. Farabi (876-950), Platon’la
Aristoteles’i ve böylelikle felsefe ile şeriatı uzlaştırmaya çalışmıştır.
Farabi ruhçu olmakla beraber katıksız bir maddeci olarak nitelendirilebilecek
görüşleri vardır. Farabi’ye göre madde ezelidir. Ruh, bedenden sonra meydana
gelir ve bedenden sonra yaşamaz. İbn-i
Sina (980-1037) ‘yı Latinler “Avicenna” adıyla
anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler. Din felsefesi
konularına ilişkin görüşleri bakımından Farabi’ye göre İslam diniyle daha çok
uyum halinde olmasına rağmen, Gazali, Fahreddin Razi, İbni Teymiyye gibi İslam
dünyasında çok etkin olan bilginlerinin ağır eleştirilerine uğramıştır. İbn-i Rüşd (1116-1198), Aristotelesçi felsefe anlayışında Farabi ile
İbn-i Sina’yı izlemiş olmakla birlikte, onlardan ayrılarak Aristoteles’in
maddeci yanını işlemiştir. Batı’yı
etkilemiş ve başlı başına bir okul olarak benimsenmiş bir düşünürdür. İbn-i
Rüşd’e göre, ruh cismin gelişmesidir ve ölümlüdür. Maddeyle devim ilksiz ve
sonsuzdur. Biçimler maddenin içinde gizlidirler ve tanrılık etkiyi
gerektirmeksizin birbirlerinin içinden çıkarak var olurlar. Bundan ötürü de
yoktan yaratma söz konusu olamaz, söz konusu olabilen, gizliden açığa ilksiz
sonsuz ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz bir süreçtir
Görüldüğü
gibi bütün bu önermeler maddecidir. Bu yönüyle İbn-i Rüşd, hem İslam hem de
Hıristiyan öğretisi ile de çatışır:
Gazzali’nin
felsefeye getirdiği yirmi eleştiri konusunu birer birer yanıtlayarak felsefi
düşünceyi kurtarmaya çalışmış ve bunu evrensel düzeyde başarmıştır. Ancak
verilen yanıtlar, felsefenin İslam
toprağından dışlanmasını engelleyememiştir. Eş’ariliğin gerici baskısı yüzünden
Endülüs’e kaçmış ve bu ülkede Meşşailiğin doruğa çıkmasını sağlamıştır. İbn-i
Rüşd öğretisi, Hıristiyan dünyasından da tepki görmüş, ve yasaklanmıştır.
Örneğin, Hollandalı düşünür Herman van Riswik, İbn-i Rüşdçülüğünden ötürü
1512’de yakılmıştır.[8] İbn-i
Haldun (1334-1406) Bilimin İslam
topraklarını terkettiği XIV. yüzyılda İbn-i Haldun gibi bir diğer seçkin bilim
adamıyla karşılaşıyoruz ki kimya biliminin kurucusu Cabir İbn-i Hayyan’ın
‘Hayvandan insana yükseliş’ bilimsel öngörüsünü daha da derinleştirmiştir.
Tarih felsefesinin ve toplumbilimin de kurucusu sayılır. Yazılarının sonuna
‘benim gördüğüm budur. Doğrusunu tanrı bilir’ ifadesini ekleyerek dönemine
hakim olan gerici düşüncenin tepkisinden korunmaya çalışmıştır.[9]
İslam aleminde bilimi üretenlere yön veren felsefi akımlar daha da
ilginç ve İslam karşıtı çeşitlilikler gösterir. İslam felsefesi içinde iki
temel muhalif okulu oluşturan Meşşailik ve İşrakilik (Işıkçılık)’in yanı sıra,
yine büyük önem taşıyan Mutezile, Dehriyyun, ve tanınmış bilim adamı Ebu Bekir
Zekeriya Razi’nin (841-926) kurucusu olduğu Doğa Felsefesi (Tabiiyyun) vardır. Şimdi
bu akımlara kısaca göz atarak o devirde hakim olan özgürlük ve hoşgörü
ortamının düzeyi hakkında fikir sahibi olmaya çalışalım.
‘Tabiiyun: İslam felsefesinde ilk düşünceler, antik çağ
Yunan felsefesinde olduğu gibi, doğa felsefesi alanında belirmiştir. İslam doğa
felsefesi, İslam dogmatizmine karşı insan usunun bir tepkisi olan Mutezile
davranışı ile İslam bilimciliğinin birleşmesinden doğmuştur. Tabiiyyun’un
kurucusu Ebubekir Razi, deney ve Tümevarım yöntemlerini kullanan, bilginin
sadece duyularla elde edildiğini savunan İslam felsefesinin ilk görgücüsüdür’.[10]
Adnan Adıvar, Ebubekir Razi’yi Aydınlanma
filozoflarından Voltaire’e benzetir. Kendisinin dine aykırı sözlerine rağmen
bütün yaşadığı müddetçe çağının en büyük hekimi gibi saygı ve itibar gördüğünü
belirtir.[11]
‘İşrakilik olarak anılan Işıkçılığın kurucusu Şehabettin
Sühreverdi’dir (1158-1191) Işıkçılığın kökleri eski Mısır’ın Hermesçiliğine,
İran’ın Zerdüştçülüğüne ve Eski Yunanın Platonculuğuna dayanır. Sühreverdi’ye
göre, ışıklar ışığı tanrıdır, gökten yere doğru süzüldükçe yoğunlaşmış ve
karararak maddesel dünyayı meydana getirmiştir. Ruhla beden arasında özce bir
ayrılık yoktur çünkü biri öbürünün yoğunlaşmasından ibarettir. Madde kendini
eğiterek, yeniden ona doğru yükselebilir ve ışıklanabilir.’[12]
‘Mutezile:
VIII. yüzyılda Vasıl bin Ata (?-748)
ve onu izleyenlerin meydana getirdiği Mutezile akımı İslam felsefesinde
usçuluğu (rasyonalizm) ve usa aykırı bulunan dinsel inançlara karşı çıkmayı
gerçekleştirmiştir. Mutezileciler kaderi yadsırlar, onlara göre kul kendi
eylemlerinin yaratıcısıdır. Cennet, cehennem gibi tüm usdışı kavramları,
tanrının kendisinden ayrı nitelikleri olduğunu ve hiçbir mucizeyi kabul
etmezler. Allah kelamı olan Kur’an’ın
kadim (ezeli) değil, mahluk (yaratılmış) olduğunu öne sürerler. Mutezileci
Cahiz, ‘bilginin ilk koşulu şüphedir’ diyecek kadar ileri gitmiş ve
bilimselleşmiştir.’[13]
‘Dehriyun:
İslam felsefesinde maddeciler,
dehriyun adı altında toplanmaktadır. Dehr, zaman anlamındadır. Hint
felsefesiyle Sokratesten önceki Yunan felsefesinin etkisi altında oluşan
dehr-zaman düşüncesi, sonsuzdan gelip sonsuza gidenin (ebedi, ezeli ve baki) ve
tek kalıcı gerçeğin zaman olduğunu ileri sürer. Dehrciler tanrıya inanmazlar, duyumcudurlar. Duyumlarla
algılanmayan hiçbir bilginin edinilemeyeceği kanısındadırlar. Duyumlarla
algılananların ötesinde herşey boştur. Maddeden ayrı bir ruh olamaz, her varlık
zorunlu olarak maddeseldir. Ruh yoktur
ki ölümden sonra devam etsin. Madde, mekanik öğelerin bütünlediği bir atomlar
yığınıdır. Bu öğretiden ayrılan bir kol vücudiyun adı altında panteizm ile
birleşmektedir.[14]
Yukarıda kısaca tanımlanan felsefi akımların Sünni İslam
öğretisinden ne kadar temel farklılıklar içerdiği göz önüne alındığında Altın
Çağ’ın özgürlük ortamı hakkıda fikir edinmemiz mümkün olmaktadır. Felsefe, doğa
bilimleri için ufuk açan bir disiplindir. Bu yüzden, özellikle o çağlarda,
bilimin gelişmesi üzerinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Doğal olarak, bu devirde sadece akılcı ve maddeci yönü ağır basan
felsefi akımlar ve bunları savunan filozof ve bilim adamları ortaya çıkmış
değildir. Bunların yanında inanç öğesine ağırlık veren, İslami öğretiye yakın
düşünce akımları ve filozoflar da mevcuttur. Eş’arilik ve İmam Gazzali bu
alandaki en önemli örneklerdir.
İmam
Gazzali (1058-1111) Meşailiğin
güçlü bir eleştirisini yapmıştır. Birçok bakımdan İmmanuel Kant’a benzer yapıda
bir düşünürdür. Ussal bir metafiziğin olamayacağını ileri sürmüş, usla inanın
uzlaşmazlığını ortaya koymuştur. Kendinden önceki İslam düşünürlerini ve
özellikle Farabi ile İbn-i Sina’yı eleştiren İmam Gazzali şu üç konuda onları
dinsizle suçlar: 1- Maddenin ilksizliği, 2- Tanrının tümelleri bilip tikelleri
bilmemesi, 3- Öldükten sonra dirilmeyi ve ruhun ölümsüzlüğünü yadsımaları. Bu
üç maddenin dışında, dinsizlik saymamakla birlikte şiddetle hücum ettiği 17
felsefe konusu daha vardır. Bir yanıyla pek güçlü bir eleştiri gerçekleştirerek
felsefeye yararlı olan Gazzali, öbür yanıyla en önemli metafizik konularda onu
jurnal ederek, felsefenin susturtulmasında etken olmuştur. O güne kadar İslami çatı altında gelişme
olanağı bulan ve metafizik olmakla birlikte anti-İslam karakteri gün günden
daha da belirginleşen felsefeye karşı, İslami gerilemenin yarattığı güven
bunalımının da etkisiyle, gerçek İslamcı düşünceyi sistematize eden Gazzali,
‘iman felsefesi’nin kurucusu olmuştur. Meşşailiğe hücumlarıyla ve Eş’ariliği geliştirmesiyle
ünlüdür. Felsefe, Eş’arilik yüzünden önce Endülüs’e sığınmak zorunda kalmış,
sonra da İslam dünyasını tamamen terketmiştir.[15]
Eş’arilik,
İslam felsefesinde akla ve her türlü
şüpheye, özgür düşünceye karşı koyan koyu bir iman öğretisidir. Ebu Hasan
Eş’ari’nin (Ölümü 935) kurduğu bu öğreti, aklın hiçbir zaman gerçeğe
ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu
olabileceklerini ileri sürer.[16]
Akılcı ve maddeci yönü ağır basan felsefi akımlar ile inanç ve
dogmalara ağırlık veren düşünce arasında çekişme her zaman var olmuştur. Burada
önemli olan,, Altın Çağ’da akılcı ve maddeci akımlara da hayat hakkı tanınmış
olması, bunların yöneticiler tarafından himaye ve destek görmesidir. Hatta
Halife Memun, usçuluğu benimseyen Mutezile mezhebini halka
kabul ettirmek için çaba göstermiştir. Çağın sonunda ise inanca dayalı
düşünce ve İslam dogması tamamen hakimiyet kurmuş, diğer düşünce akımlarının
ortadan kaldırmıştır.
ÇÖKÜŞÜ
HAZIRLAYAN ETKENLER
Altın Çağ’ı sona erdiren nedenler arasında, konuyu inceleyen bilim
insanlarının üzerinde görüş birliği sağladığı iki tarihsel olgu ve bu olguların
yol açtığı sonuçlar vardır. Bunlar, Haçlı Seferleri ve Moğol istilasıdır.
Haçlı Seferleri, 1095-1270 arasında, Avrupalı Katolik
Hıristiyanların, Papanın çesitli vaadleri ve talebi ile, Müslümanların elindeki
Ortadoğu toprakları üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için
düzenledikleri askeri akınlardır. Sözü edilen yıllar arasında 9 sefer
düzenlenmiş olup, bazı topraklar ve şehirler ele geçirilmiş ve çoğu Müslümanlar
tarafından geri alınmıştır. Bu seferlerin konumuz açısından önem taşıyan
sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:
- Haçlılar
ile yapılan mücadeleler, İslam Dünyası'nı, Moğol saldırıları karşısında
güçsüz bıraktı.
- Akdeniz
ticareti Müslümanların elinden çıktı.
- Anadolu,
Suriye ve Filistin, ekonomik bakımdan zarar gördü.
Moğol İstilası, Cengiz
Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol devleti orduları Çin denizinden Doğu
Avrupa’ya, Sibirya’dan Irak’a kadar geniş
bir bölgeyi istila etti. Moğollar, Ortadoğu’daki Müslümanların yaşadığı
şehirleri de yağmaladılar. Anadolu’yu ve Irak’ı da egemenliklerine aldılar.
İstila ettikleri bölgelerde büyük bir yıkıma, uygarlıkta geriye gidişe sebep
oldular. Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagü Han 1258 yılında Bağdat Şehrini alarak
Abbasi Devleti’ni yıktı.
Bu iki önemli olayın Altın Çağ uygarlığı üzerinde yıkıcı etkisi
olduğu açıktır. Ancak Altın Çağ’ın sona erişini sadece bu iki olay ile
açıklamak gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Bu konuda Bernard Lewis şöyle
demektedir:
İnsan doğasının
gereği olarak Müslümanlar da kötü durumları için suçlayacak dışarıdan birini
aramaktadırlar. Bu konuda en çok suçlanan ‘kötü adam’ XIII. yüzyılda Abbasileri
yıkmış olan Moğollardır. Ancak, unutmamak gerekir ki, özellikle İran’da Moğol
istilasından sonra da bazı büyük kültürel başarılar elde edilmiştir. Ayrıca
Moğollar, zaten köhnemiş bir idareyi yıktılar.
Avrupa’dan
ithal bir ideoloji olan milliyetçiliğin gelişmesiyle birlikte geri kalmışlık
konusunda Araplar, kendilerini yıllarca yönetmiş olan Türkleri, Türkler,
yaratıcı enerjilerini yok ettiğini dişündükleri Arapları, İranlılar da, eski
uygarlıklarını yok etmekle her ikisini suçlamaya başladılar. XIX. ve XX.
yüzyıllarda ise yebi bir günah keçisi buldular: Batı emperyalizmi.
Oysa bütün
bunlar gerilemenin sebepleri değil sonuçlarıdır.[17]
İSLAM
DÜNYASI’NDA DEĞİŞEN NEDİR?
Altın Çağ’ın sona ermesindeki ana etkeni açıklamak için Haçlı
Seferleri, Moğol İstilası, Türklerin yönetimi ele geçirmiş olması yeterli
değilse o zaman esas sebep nedir?
Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Taha Akyol, Bilim ve
Yanılgı adlı kitabında; ‘İslam bilime
engel ise, niye belli bir çağda bilimlerin, hem de deneysel bilimlerin önderi
oldu? Ondan sonra neler değişti ki, Müslümanlar geometriyi bile ‘faidesiz’
görmeye başladılar?’ sorusunun
cevabını araştırmıştır.[18] Taha
Akyol, Fernand Braudel’den alıntı yaparak
İslam medeniyetinin neden çöktüğü konusunda ileri sürülen üç temel tez
olduğunu söyler:
1. Gazali’nin rolü? Sebep acaba XI. yüzyılda Gazali’nin
felsefeye indirdiği darbe midir? Çok karmaşık bir mesele olan çöküşü Gazali’ye
bağlamak çok sathi ve kolay bir izah olduğu için yaygındır. Oysa, İslam
medeniyetinin doğup yükselmesini engellemeyen İslamiyet, durup dururken onu
niye karanlığa boğsun?
2. Göçebe istilaları mı? Magrip’te Berberi,
Ortadoğu’da Türk göçebe kavimlerin egemen olması yüzünden mi medeniyet çöktü?
Bu kavimler, göçebe gelenekleriyle ve yeni Müslüman olmanın taassubuyla bilim
ve felsefeye düşmanlık mı ettiler? Braudel bu tezi de inandırıcı bulmuyor.
Arapların da bedevilikten geldiğini, Arap halifeler gibi Berberi ve Türk
hükümdarların da bilginleri koruduğunu hatırlatıyor.
3.
Akdeniz’in
kaybı mı? Braudel Haçlı Seferleri’nde Akdeniz’in Müslümanların elinden
çıkmasını ve böylece İslam medeniyetinin karalara çekilmesini çöküşün temel
sebebi olarak görüyor. [19]
Taha Akyol’a göre çöküşün temel sebebi Akdeniz ticaretinin
kontrolden çıkmasıdır. Akyol, ‘İslam
medeniyetinin doğup yükselmesini engellemeyen İslamiyet, durup dururken onu
niye karanlığa boğsun?’ demektedir ama, İslam medeniyetinin doğup
yükselmesini engellemeyen İslamiyet ile onu karanlığa boğan İslamiyet’in aynı
İslamiyet olmadığını gözden kaçırmaktadır. Bunu söylüyor olmasına rağmen, özgürlüklerin artık eskisi gibi
olmadığını kendisi de inkar etmez:
İslam
dünyasının iç zaafları bulunmaktaydı. Haçlılardan önce İslam dünyasında hem
hızlı büyümenin getirdiği sosyal sınıf farklarıyla kültürel ve itikadi
çatışmalar keskinleşmiş, hem özellikle Mısır’da Şii Fatımi hilafetinin kurulmasıyla
siyasi birlik ruhu da parçalanmıştı. Bu tablonun ‘büyük tarih’i etkileyecek iki
sonucu oldu:
1. Dikkatler içe çevrildi.
2. Yaşanan sorunlar yüzünden ‘mutabakat
oluşturma, birlik sağlama ihtiyacı güçlendi. Görüş birliği arayışı ‘içtihat
kapısı kapandı’ diye yaygın bir anlayışa yol açtı.[20]
‘İçtihad kapısı kapandı’ söylemi son derece veciz bir şekilde,
Altın Çağ’da var olan özgürlük ortamının sonradan ortadan kalktığını kanıtlayan
bir belge niteliğindedir. İçtihad kelimesinin İslam Hukuku’ndaki anlamı, Şeriat’in
esasa ait olmayan hususlarına ait hükümlerin, Kur’an ve Hadislerden
çıkartılması demektir. Demek ki bir zamanlar Şeriat’in esasa ait olmayan
hususlarında yorum yapılabiliyordu; ama belli bir dönemden sonra yapılamaz hale
geldi. Aslına bakarsanız, Altın Çağ’da Şeriat’in esasa ait hususlarında bile
yorum yapılabilmiş, (yaratanın birliği, ruhun mevcudiyeti, ölümden sonra
diriliş, cennet, cehennem, kader) Altın Çağ’dan sonra ise, tali konularda bile
yorum yapmak imkansız hale gelmiştir.
Bir zamanlar Antik Çağ’ın eserlerini tercüme ettirip gelişmesinde
itici güç olarak kullanan İslam dünyası, artık okullarında din dışında
herhangibir konuya yer vermez hale geldi.
Frof.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun belirttiği gibi, XI. yüzyılda Büyük Selçuklu veziri
Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreselerinin sırf dini ve hukuki eğitim
vermesi, felsefe ve akli ilimleri müfredet programına almamasıdır.[21]
Taha Akyol, Altın Çağ’ın sona erişini ‘Akdeniz’in elden çıkması’na
bağladıktan sonra, Altın Çağ’ın İslam
dünyasına bir daha niçin geri gelmediğini açıklarken; ‘Osmanlı tekrar Akdeniz’i aldı ama bu defa Batı okyanuslara açıldı,
Akdeniz’in ekonomik rolü pörsüdü. Bu arada Doğu ile Batı arasında kültürel
ilişkileri önleyen husumet duvarları yükseldi. Haçlı seferleriyle oluşmaya başlayan
bu husumet duvarları, eskiden Batı’nın İslam’dan yararlandığı şekilde, bu defa
İslam’ın Batı’dan yararlanmasını engelledi.’ [22]
demektedir.
Haçlı Seferlerinin ördüğü husumet duvarları nedeniyle Doğu ile
Batı’nın ilişkisinin kopmuş olduğu saptamasına Frof. Ekmeleddin İhsanoğlu
katılmaz. İhsanoğlu’na göre Osmanlı Devleti, Batı ile hep yakın ilişki
içerisinde olmuştur.[23]
Bana İhsanoğlu’nun açıklamaları daha akla yakın geliyor. Bence de, Osmanlı’nın
Batı ile ilişkisi kopuk değildi ama imparatorluğun yükselme döneminde kendini
beğenmişlik duygusunun etkisiyle, daha sonraları ise İslam dünyasının bugün de
hala içine saplanmış olduğu aymazlıkla, yani bilim öğrenmek yerine işine
yarayacağını düşündüğü uygulamaları adapte etmeye çalışmak kolaycılığıyla hareket
ettiği için kayda değer bir atılım gerçekleştiremedi. Osmanlı’da bilimin gelişmemiş olmasında dini
taassubun etkisinin olmadığını söylemek te doğru olmaz.
Osmanlı’nın
devraldığı miras VIII-XII. yüzyılların ‘darülulüm’ mirası değildi, o gelenek
sönmüştü. Osmanlı’nın, üzerine kurulduğu kültürel miras ve coğrafyada eski
yükselme çağlarının felsefe ve bilimi terk edilmişti. Bu bilimleri Osmanlı’ya
kimler getirecekti biliyor musunuz? Endülüs’ten techir edilip Osmanlı’ya iltica
eden Yahudiler arasında o bilimlerin geleneğini sürdüren Yahudi alimler. [24] Fakat bu çok zayıf bir aşıydı, ne Farabi’nin
yol açtığı tartışmalar yaşandı, ne Gazali ile İbn-i Rüşd’ün Tehafüt tartışması
Osmanlı medresesinde ilgi gördü... Bu tartışmaları Avrupalılar yapıyorlardı.[25]
Sadece II Memet
(Fatih) devrin alimlerini ihtisas sahalarında eserler vermek için teşvik etmiş,
Gazzali’nin Meşşai filozofların metafiziğe ait fikirlerine getirdiği Tehafüt
el-Felasife adlı eserindeki tenkitleriyle ve İbn-i Rüsd’ün bu tenkitlere
Tehafüt el-Tehafüt adlı eserinde verdiği cevapların mukayeseiçin Hocazade ile
Alaeddin el-Tutsi’yi görevlendirmiş ve her ikisine de bu konuda birer eser
yazdırmıştır.[26]
(Abdülhak
Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, (ed. Aykut Kazancıgil ve Sevim Tekali),
İstanbul, 1983) (Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, s.27)
Fatih
rönesansı malesef devam etmemiştir.[27]
Sorulması gereken doğru soru, Altın Çağ’daki özgürlük ortamının
zaman içinde değişip değişmediği sorusudur. Bu sorunun doğru cevabını aramak
için gelin öncelikle bilimin itici gücü olan felsefenin durumuna bakalım.
Bu dönem
boyunca bilime gelişme temeli sağlayan ve kaçınılmaz olarak her şeyi sorgulayan
niteliğiyle ‘Felsefe, doğal olarak
İslamla uzlaşmayı sağlayamadığı gibi onunla çatışmaya girmekte gecikmedi. Kur’an’la
bağdaştırılması güç olduğundan kuşku ile karşılanıyordu. Müslüman din
bilginleri bu yolda çaba gösterdiler ama bu çabalar mutaassıpların muhalefeti
ile karşılaştı. Gazzali’nin kitabı ‘Filozofların Yıkımı’ bu çabaların
boşunalığının bir ihtarı idi. İbn-i Rüşt’ün (1129-1198) çok saldırılarla
uğramış ‘Yıkımın Yıkımı’ndaki ateşli yanıtına rağmen, bu ihtar etkinliğini
yitirmemiş ve kaçınılmaz bir şekilde, Yunan Hıristiyanları arasında olduğu gibi
İslam ülkelerinde de kısırlaştırıcı bir etki yaratan iki hakikat – yüksek
ruhani hakikat ve alçak rasyonel hakikat – doktrininin biçimlenmesine neden
oldu. Bilim ve İslam dininin kalıcı unsurları arasında bir ilişki kurulamaması,
sonraki yüzyıllarda kültürel ve entellektüel bakımlardan statikleşen İslam
dünyasında bilimin zayıflamasının muhtemel baş nedeni oldu’. İslam biliminin en verimli çağı olan 9.,10.,
ve 11. yüzyıllarda bu
değerlendirmeler henüz baskın değildi. Büyük bilim insanlarının bazılarınca
dinin aslında benimsenmediği ve dünyevi bilginin peşinden koşarken işin içine
karıştırılmadığı düşünülebilir.[28]
Bernal, çok açık bir biçimde işin püf noktasını anlatmış: Felsefe
din ile bağdaşmaz. Bazı değerli bilim insanları bu konuda çaba gösterdiler ama
sonuç olumsuz oldu. Hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar inanç ile akıl
arasında bir öncelik sıralaması yapıp aklı ikinci sıraya yerleştirdiler. Başlangıçta
bilim insanları, çalışmalarını dini hükümlerden bağımsız olarak
yürütebilmekteyken, dinin kurumsallaşması sonucu bilimsel gelişme durdu.
İslam, ilk
gelişme dönemine damgasını vuran bilimsel itici gücünü bir daha asla
kazanamadı. Arap imparatorluklarının yerini alan Moğol ve Türk devletlerinde
sağlanan denge içinde bilim, esas olarak XI. yüzyılda ulaştığı aşamada
dondurulmuş bir bir halde duruyordu. Bunun görünürdeki nedeni, felsefeyi ve
bilimi köstekleyen ruhban sınıfının güçlenmiş olmasıydı. Oysa bilime gerçek
anlamda ihtiyaç duyuluyor olsaydı, bunlar Rönesans Avrupası’nda olduğundan çok
daha etkili olamayacaklardı.[29]
Yukarıdaki paragrafta yer alan, ‘Arap toplumunda bilime gerçek
anlamda ihtiyaç duyulmadığı, oysa Rönesans Avrupasında böyle bir ihtiyacın
ortaya çıktığı’ ifadesi büyük önem taşıyor. Bernal, söyle demektedir: ‘Evet,
din baskısı oldu ama, toplum bilime ihtiyaç duysaydı bu baskıyı aşardı. Nitekim
Avrupa’da böyle olmuştur.’ Bu saptama bizi, ‘Altın Çağ uygarlığı niçin söndü?’
sorusu ile ilgili bir başka bakış açısına
götürmektedir. Bu çağda bilim ve uygarlık dar bir yönetici sınıf
tarafından benimsenmiş ve desteklenmişti. Halkın bu konuda bir bilgisi ve
talebi olmadığı gibi, dini dogmaların da etkisiyle bilim ve uygarlık alanındaki
gelişmelere şüphe ile bakmaktaydı. Ancak yöneticilerin koruması altındaki
gelişmelere sesini çıkaramamaktaydı. Yönetici sınıf, işgaller ve ekonomik
durumun kötüye gitmesi sonucu, dikkatini ve korumasını bu alana yönlendiremez
hale gelince, halkın tepkisi uygarlık alanındaki gelişmeleri ezmeye başladı.
Bernal’ın aşağıda yer alan ifadeleri de bu yaklaşımı destekler
niteliktedir.
Bilimin
krallar, zengin tüccarlar ve soylular ile kurduğu bu ilişki başlangıçta onun
gücünün, sonraları ise zayıflığının kaynağı oldu. Çünkü bilim, zamanla büyük
adamlara danışmanlık yapan bilgelerden kendilerine bir hayır gelmeyeceğinden
kuşkulanan halktan büsbütün koptu ve bu kopuş bilimi yobazlığın karşısında
kolay lokma haline getirdi. Kentler ve ticaret geliştiği sürece, tartışmayı ve
ilerlemeyi güvence altına alacak bilimle ilgilenen, yeterince geniş, kültürlü
bir orta sınıf var olmaya devam etti. Ne var ki bu durum değişince, bilim
insanları giderek gezgin alimler haline geldiler ve kaderlerini yerel
hanedanların belirsiz kaderlerine bağladılar. Bu bilginlerin en büyüğü olan
İbn-i Sina’ya bile tam bir güvence sağlanamadı. Bazen doktor, bazen vezir
olarak İran ve Orta Asya’da çeşitli sultanlara hizmet etti. Hanedan’da başını
isteyen isyancıların elinden deli taklidi yaparak kurtulabildi. Son büyük İslam
düşünürü İbn-i Haldun (1332-1406) ise nerede iş bulursa çalışmak zorunda kalmış
Sevillalı bir sığınmacıydı.[30]
İslam
doktor ve astronomları, deney ve gözlemlerini, sarayın ve zenginlerin bu
koruyucu davranışları sayesinde yürütebildiler ve yine bu davranışlar
sayesinde, bilimdeki bu ilerlemenin , müminlerin inaçlarının sarsılmasına neden
olacağından şüphelenen yobazların etkili hoşnutsuzluklarından kendilerini
koruyabildiler. Binbir Gece Masalları’nın birinde, bütün kitapları yok eymek
amacıyla Bağdat’ın kener mahallelerinde dolaşan yobazlardan söz edilir.[31]
Hatta, Taha Akyol da bu yaklaşımı destekler nitelikte ifadelere
adı geçen eserinde yer vermiştir:
İslam
hukuku (fıkıh) da şehirleşme ve ticaretin güçlenmesi sürecinde gelişmişti.
Daralma ve şehir altyapısının yok olması hukuki düşünceyi de yüzyıllarca
sürecek bir katılaşmaya itmiştir. Fıkıhı donmaya iten görüşün keskin temsilcisi
niteliğindeki Selefiyeci-hadisçi akımların şehirleşmeye karşı bir tepki olarak
ortaya çıkmış olması çok önemlidir. Bu akımların özgürlükçü Ebu Hanife’ye ağır
hakaretlerle saldırması, rasyonalist Mutezile akımını Mecusi (ateşe tapar)
olmakla suçlaması ‘kolektivitenin akla egemen olması’ olarak açıklanabilir.[32]
‘Kollektivitenin akla egemen olması’ saptaması da, yine veciz bir
şekilde durumu anlatmaktadır kanaatindeyim.
Yukarıda, Bernard Lewis’ten bir alıntı yaparak, ünlü tarihçinin
‘çöküşün sebebinin ne olmadığı’ hakkında görüşünü iletmiştim. Peki Lewis’e göre
çöküşün sebebi nedir? Onu da belirteyim:
Geri
kalmışlık tamamen özgürlük eksikliğidir. İdeolojilerle sınırlandırılmamış bir
düşünce özgürlüğü, yolsuzluk ve kötü yönetimden arındırılmış ekonomik özgürlük,
cinsel ayrımcılık gütmeden kadınlara tanınmış özgürlük, diktatörler karşısında
vadandaşların özgürlürlüğü...Ancak demokrasiye giden yol tuzak ve engellerle
doludur.[33]
SONUÇ
Araplar, İslamiyet’in sağladığı birlik imkanı ve ‘cihad’ öğretisi
ile gerçekleştirdikleri fetihlerle büyük bir imparatorluk kurdular. Ticaret
yollarının kontrolunu ellerine geçirdiler. Bu durumun sonucu olarak zenginleştiler
ve geniş bir coğrafyanın tek yönetim altında toplanmasıyla büyük şehirler ve
kültür merkezleri arasındaki iletişim önemli ölçüde arttı. Bunlara ek olarak, Abbasilerin ilk dönemindeki halifeler,
akılcılığı ve özgür düşünceyi desteklediler, bilim ve düşünce alanlarındaki
çalışmalara kaynak aktardılar. Bütün bunların sonucunda, IX.-XII. yüzyıllar
arasında, uygarlığın her alanında kayda değer gelişmeler yaşandı. Bu dönemde
ortodoks İslam görüşlerine aykırı düşünce akımlarının ortaya çıkabilmiş olması
çağın özgürlük anlayışının göstergesidir.
XII. yüzyılın sonlarına doğru Abbasi yönetiminin zayıflaması,
Moğol saldırıları ve Bağdat’ın işgali gibi etkenlerin sonucu olarak İslam
dünyasının zenginliği ve refahı ortadan kalktı. Bu durumun da etkisiyle,
İslamın dogmalarına sıkı sıkıya bağlı düşünce akımlarının hakimiyeti gelişti.
Özgür düşünce ortamı kayboldu ve bir daha da günümüze kadar İslam dünyasının
hiçbir yerinde ortaya çıkamadı. Bu yüzden, tarihi süreç içerisinde zaman zaman
ekonomik gücü eline geçiren İslam devletleri kayıtlara geçmiş olmakla birlikte,
Abbasiler dönemindeki düşünce özgürlüğü ortamı hiçbir zaman gerçekleşmediği için,
uygarlıkta da o dönemle kıyaslanabilecek bir atılım İslam dünyasında bir daha
yaşanmadı.
Bütün bu söylenenlere bir de, Altın Çağ’daki bilim ve uygarlık
alanındaki gelişmelerin dar bir yönetici kadro tarafından destek ve koruma görmüş
olduğu, bu kadronun kendi başının derdine düşmesiyle beraber, bilim ve
felsefenin, güçlenen ruhban sınıfı ve yobaz halk kitleleri önünde kolay lokma
durumuna düştüğünü eklemek gerekir.
Altın Çağ’da hakim olan özgürlük ortamını yukarıda ayrıntılarıyla
anlattık. O çağdaki atmosferin, günümüzdeki Müslüman ülkelerle bile kıyas kabul
etmeyecek kadar gelişmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Halife Me’mun astronomi
bilgilerinin doğruluğunu araştırmak için gözlemevleri kurmuş; Kutsal
kitaptaki ‘göklerin ve yerin altı gün içinde yaratıldığı’ (Araf 54, Yunus 3,
Hud 7) açıklamasına rağmen evrenin oluşumu konusunda araştırmalar yapmak için
hangi İslam ülkesi bugün bir ‘CERN’ araştırma merkezi kurmayı göze alabilir? Bugün
hangi İslam ülkesinin devlet başkanı
veya cumhurbaşkanı Ebubekir Razi’yi, İbn-i Rüşd’ü hatta Farabi’yi rektör olarak
atayabilir?
O çağdaki İslam anlayışının farklı olduğu açıktır. Gerçek
İslam’ı o çağdaki anlayış mı temsil etmektedir yoksa o çağdan sonra hakim olan
ve aradan geçen dokuz yüzyıl boyunca fazla değişmeden günümüze kadar gelen
anlayış mı temsil etmektedir? Bu sorunun cevabını vermek din bilimcilerin
işidir. Ancak inkar edilemeyecek bir gerçek var ki; o çağdaki anlayışla İslam
dünyası uygarlıkta lider olmuştur. Bugün hakim olan anlayışla ise durum
bellidir.
Bilimin temeli şüphecilik, sanatın
temeli yaratıcılıktır. Bu kavramların ikisi de dinlerin inanç sistemleri ile
çelişir. Dolayısıyla, bilim ve sanat ancak dini öğretiler kendilerini rahat
bıraktığı ölçüde gelişebilirler. Bu gerçeği göz önüne almadan, ‘İslam dini
bilimin ve sanatın gelişmesine engel değildir, eğer öyle olsaydı, Altın Çağ’da
bilim ve sanat gelişemezdi’ demek, konuya yüzeysel yaklaşımın sonucudur. Altın
Çağ’da, yukarıda açıklanan etkenlerin sonucu, dini dogmaların baskısından uzak
bir ortam oluştuğu için gelişme yaşanmış, bu ortamın ortadan kalkmasıyla da,
bir daha başlamamak üzere sona ermiştir.
KAYNAKÇA:
Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul
Aydın,
Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet ve Bilim,’’
Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul
Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın
Cilt 1 II. Basım, İstanbul
Hançerlioğlu, Orhan (2003) ‘’Düşünce
Tarihi,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul
Hançerlioğlu, Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’ Remzi Kitabevi,
İstanbul
İhsanoğlu, Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’ Etkileşim
Yayınları, 4. Baskı, İstanbul
Lewis, Bernard. (2002). ‘’What Went Wrong:
Western Impact and Middle Eastern Response,’’ Oxford University Press,
2002. 172 pp. Index to p. 180. New York
[1] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 263
[2] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 265
[3] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 265
[4] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 265
[5] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 37 (Hilmi Ziya
Ülken, İslam Felsefesi, Kaynaklar ve Tesirleri, s. 21’e atfen)
[6] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 267
[7] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 37 (Hilmi Ziya
Ülken, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü, s. 75’e atfen)
[8] Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet
ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul, s. 40-7
[9] Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet
ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul, s. 54-5
[10] Hançerlioğlu,
Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’
Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 277
[11] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 38 (Adnan Adıvar,
tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 1969, s. 132’e atfen)
[12] Hançerlioğlu,
Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’
Remzi Kitabevi, İstanbul, 129
[13] Hançerlioğlu,
Orhan (2003) ‘’Düşünce Tarihi,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul, s, 149
[14] Hançerlioğlu,
Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’
Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 57-8
[15] Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet
ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul, s. 44-55
[16] Hançerlioğlu,
Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’
Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 84
[17] Lewis, Bernard. (2002). ‘’What
Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern Response,’’ Oxford University
Press, 2002. 172 pp. Index to p. 180. New York
[18] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 35-83
[19] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 65-67 (Fernand
Braudel, A History of Civilizations, s.63’e atfen)
[20] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 73-4
[21] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 74 (Ed. Prof.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Astronomi Litaratürü Tarihi, IRCICA Yayınları,
İstanbul, 1997, cilt I, s, XLVI-XLVII’ a atfen)
[22] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 89
[23] İhsanoğlu,
Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’
Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s. 34
[24] İhsanoğlu,
Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’
Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s. 99-157
[25] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s. 80
[26] İhsanoğlu,
Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’
Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s.27(Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, (ed. Aykut
Kazancıgil ve Sevim Tekali), İstanbul, 1983)
[27] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s.80
[28] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 268-9
[29] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 277
[30] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 267-8
[31] Bernal,
John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’
Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 267
[32] Akyol,
Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’ Doğan Kitap, İstanbul, s.76. (Mehmet
Zeki İşcan, Salefilik, İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri, Kitap Yayınevi,
2006,)
[33] Lewis, Bernard. (2002). ‘’What
Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern Response,’’ Oxford University
Press, 2002. 172 pp. Index to p. 180. New York
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder