22 Aralık 2013 Pazar

Altın Çağ


İSLAM’IN ALTIN ÇAĞI

GİRİŞ

Günümüzün İslam coğrafyasına baktığımızda, istisnasız tüm Müslüman ülkelerin, çağdaş uygarlık ve yaşam standardları açısından çok kötü durumda olduğunu görüyoruz. İslamiyet ile geri kalmışlık arasındaki bu yüksek bağlılaşım, (korelasyon) ister istemez, bu durumun rastlantısal olamayacağı, İslam dininin uygarlık alanındaki gelişmeler üzerinde olumsuz etkisinin olup olmadığının incelenmesi gerektiği düşüncesini akla getiriyor. Böyle bir ilişkinin kurulmasına temelden karşı olan yaklaşımın en büyük dayanağı, İslam Dünyası’nın, tarihin belli bir döneminde çağının en yüksek uygarlık düzeyine erişmeyi başarmış olmasıdır. Bu düşüncenin savunucuları: ‘İslam gelişmeye engelse nasıl oldu da Avrupa Kıtası Ortaçağ’ın karanlıklarında debelenirken Müslümanlar her alanda en ileri uygarlığı yakalayabildiler?’ demektedir. Gerçekten de, Abbasi İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde, İslam dünyası her alanda büyük başarılar elde etmiş ve deyim yerindeyse bir ‘Altın Çağ’ yaşamıştır. Ancak, Abbasilerden sonra çöküş başlamış ve bir daha da uygarlığın liderliği Müslümanlara nasip olmamıştır.

İslam uygarlığının yükselişi nasıl gerçekleşti? Düşüş, nasıl ve niçin oldu?  Bu sorular, tarihin en önemli ve en ilgi çekici inceleme konuları arasındadır ve şüphesiz, cevapları çeşitli ve karmaşıktır.

ALTIN ÇAĞ NEDİR?

İslamın Altın Çağı ifadesi ile kastedilen dönemin başlangıcı ve sonu konusunda değişik görüşler olmakla birlikte, bu tanımlamanın, IX. yüzyılın başından XII. yüzyılın sonuna kadar olan dörtyüz yıllık dönemi kapsadığını kabul edebiliriz. 

Bu dönemde İslam dünyası, uygarlığın her alanında büyük gelişme gösterdi. Günlük yaşamı kolaylaştıran buluş ve ilerlemelerin yanısıra, bilim teknoloji ve felsefe alanlarında da dünyaca tanınan bilginler ortaya çıktı. Bağdat, Kahire, Şam, Semerkand, Marakeş, Kudüs gibi önemli şehirler bu devirde doğdu.  Önemli kütüphaneler açıldı. Antik felsefenin yazılı eserleri Arapça’ya çevrildi. yeni bilimsel buluşların yarattığı canlılık sayesinde Altın Çağ aynı zamanda sosyal, ekonomik, entelektüel alanda da önemli gelişmelere  yol açtı. Üretilen bilimsel ve felsefi eserlerin sayısı olabildiğince arttı. Çinlilerle yapılan savaşlar ve diğer ilişkiler sırasında Araplar, kağıt üretim tekniklerini öğrendiler. O devirde kullanılmakta olan papirüs ve deriden yapılan parşömen pahalıya mal olduğundan kullanımı yaygın değildi. Kağıt kullanımı yazılı eserlerin yayılmasına yardımcı oldu. Matematikte Hintlilerden alınan sıfır ve ondalık sistemin keşfi sayesinde matematiğe ilgi arttı. Hem geometri hem de aritmetiğin geliştirilmesi sağlandı. Rakkamların bulunması aritmetiği sadece bilginlerin anlayabileceği bir sır olmaktan çıkarıp sıradan insanların kavrayabileceği ve günlük hayatlarında kullanabileceği duruma getirdi. Ayrıca, hem haritacılık hen de astronomide büyük önemi olan trigonometri’yi geliştirdiler. Eczacılık ve tıpta da önemli gelişmeler kaydedildi. Gözlemevleri kuruldu, mevcut olanlar serbestçe faaliyetlerini yürüttü. Astronomi aletleri denizcilikte kullanıldı. Arap hekimleri optik bilimini kurarak daha sonra teleskop, mikroskop, fotoğraf makinası ve diğer optik aletlerin gelişmesi için etkin bir temel yarattılar. Araplar, kimya biliminin de kurucusu oldular. Mısır, Babil medeniyetlerinde derin kökler salmış ve Yunanlılar tarafından kısmen rasyonelleştirilmiş gelenekler ve pratik çerçevesinde çalışmalar yaparak bu alandaki gelişmelerin bir bütün olarak anlaşılabilmesini ve bazı genel ilkelerle desteklenmesini sağladılar.

ALTIN ÇAĞ’DAKİ UYGARLIK DÜZEYİNE NASIL ULAŞILDI?

Burada kullandığımız ‘Uygarlık’ sözcüğünü, yaşamın çeşitli alanlarında  (ekonomi, bilim, mimarlık, sanat) gelişmişlik olarak tanımlıyoruz. Herhangibir bölgede ve zamanda, uygarlığın gelişmesinin şu üç etkene bağlı  olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür:

1.      Para: Uygarlık yolunda atılan ilk adım, ‘avcı, toplayıcı’ yaşam düzeninden ‘tarım toplumu’na geçiştir. Böylece insan, fiziksel ihtiyaçlarından fazla üretim yapma olanağına sahip olmuş ve yaşamı iyileştirecek, kolaylaştıracak gelişmeler için zaman ve emek harcama lüksüne erişebilmiştir. Thales, karnını doyurabilmek için avlanmak veya ekip biçmek zorunda olsaydı, Thales olabilir miydi?  Bilim adamlarının, filozofların, sanatçıların krallar veya toplumda güç sahibi diğer kişiler tarafından desteklendiği çağlarda uygarlığın daha hızlı geliştiğine ilişkin birçok örnek göstermek mümkündür. Toplumun ileri gelenlerinin böyle bir eğilim göstermesi için de söz konusu toplumun ekonomik yönden iyi durumda olması gerekir.

2.      İletişim: İnsan toplulukları birbirlerinden habersiz yaşasalardı, uygarlıkta kaydedilen gelişmeler hiç şüphesiz çok daha yavaş olurdu. Her toplum tekerleği yeniden keşfetmek zorunda kalırdı. Oysa uygarlık, birbiri üzerine bina edilen gelişmelerle oluşur. Atılan bir adım diğerini tetikler. Atılan bir adımdan haberdar olan kişi sayısı ne kadar fazla olursa, o adımın üzerine bir yenisinin eklenmesi olasılığı o kadar yüksek olur.

3.      Özgürlük: Bu kelimenin sözlük anlamı, ‘engellenmemiş ve zorlanmamış olma hali’ dir. Bir toplumda, sanat ve düşünce ile ilgili engelleyici kurallar ve baskılar varsa, bu durumun gelişmeyi olumsuz etkileyeceği açıktır. Özgürlük konusu, diğer iki etkenden (para ve iletişim) çok daha farklı bir konuma sahiptir. Para ve iletişim maddidir. Bugünden yarına ele geçirilmeleri mümkündür. Oysa bir insanın özgür olabilmesi için özgür yetişmesi, özgür bir eğitim alması gerekir. Özgürlük ortamının oluşturulması zordur ve zaman ister. Buna karşılık, bir anda yok edilebilir.

Şimdi, Altın Çağ’ın koşullarını, yukarıdaki üç etken açısından irdelemeye çalışalım.

Altın Çağ’ın Ekonomisi

Hz. Muhammed’in ölümünden Emeviler hanedanının sonuna kadar geçen 118 yıl içinde (632-750) Atlas Okyanusu’ndan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir coğrafyanın tamamı Arapların egemenliğine girmiş bulunmaktaydı. Fethedilen bölgelerden alınan ganimetlerin ve bu bölgelerden toplanan vergilerin büyük bir servet birikimi yaratmış olduğunu tahmin etmek zor değildir. Ayrıca, o çağın en önemli ticaret yolları olan İpek Yolu, Baharat Yolu da bu fetihler sonucunda Arapların kontroluna girmiş bulunuyordu. Bunların hepsinden daha önemlisi, o dönemde ekonominin kalbi demek olan, Akdeniz’deki ticaretin Arapların kontroluna girmiş olmasıydı.

Altın Çağ’da iletişim

İskenderiye, Nizip, Harran, Semerkant  gibi Ortadoğu'nun en önemli entelektüel merkezlerinin aynı yönetim  altında toplanmış olması iletişim yollarını açtı. O dönemdeki iletişim araçlarının en etkin olanı ticaretti. Tüccarlar, ticaret yaptıkları ülkelerde görüp tanıdıkları değişik teknolojiler, yöntemler, eserler, hakkında bilgileri başka yerlere taşıdıkları gibi, bilim adamları, sanatçılar ve filozoflar da kervanlar vasıtasıyla bir yerden diğerine daha rahat ve güvenli olarak ulaşabiliyorlardı. Yukarıda belirtilen önemli ticaret yollarının aynı idare altında toplanmış olması, iletişimi arttıran bir etken olarak ortaya çıktı.

Sekizinci yüzyılda İslamiyet, Orta Asya’dan İspanya’ya kadar uzanan geniş bir alanda hakimiyet kurmuştu. O zamandan itibaren bu geniş bölgenin büyük bir kısmı ortak bir kültür, ortak bir din ve ortak bir yazın dili görülecek, birkaç yüzyıl boyunca da ortak bir yönetim hüküm sürecek ve serbest ticaret koşulları var olacaktı. Daha uzun bir zaman, din ve hac, Fas’tan Çin’e kadar, bilgin ve şairlere serbest geçiş sağladı. Bu yayılma, kısa vadede kültür ve bilimi büyük ölçüde etkiledi.’[1]

Arapların kurduğu yönetim birliği, birbirinden yalıtılmış halde bulunan uygarlıkların ilişkiye girmesine ve canlılık kazanmasına sebep oldu.

İslam geniş coğrafyalara yayılarak, böyle farklı kültürler arasında ilişki ve bağlantı kurarak, ortak bir ifade yaratarak felsefe ve bilimin yükseleceği bir atmosfer oluşturdu. Eski Mısır, Yunan, Süryani ve Hint bilim ve felsefeleri dar mekanlarda atıl vaziyette asırlarca hareketsiz dururken İslam onları birbirleriyle temasa geçirdi.

Ayrıca, İslam yönetimi altındaki bölge, dünyanın geri kalan kısmı ile bağlarını koparmadı. Diğer uygarlıklardan bilgi ve teknoloji transfer etmeye açık oldu.

İslam kentleri, Roma İmparatorluğundaki kentlerin tersine, kendilerini Doğu’nun geri kalanından yalıtmadılar. İslamiyet Asya ve Avrupa biliminin odak noktası haline geldi. Bunun sonucunda Bizans ve Roma’nın tamamen yabancı olduğu bir dizi yeni icat, ortak bir pota içinde toplandı: Çelik, ipek, kağıt ve porselen imalatı gibi’.[2]

Özgürlük Sorunsalı

‘İslam dünyası tarihin bir döneminde en ileri uygarlığa erişmiş olmasına rağmen bu liderliği nasıl ve niçin elinden kaçırdı ve bir daha yakalayamadı?’ sorusunu cevaplamaya çalışırken karşılaştığımız anahtar etken özgürlük konusudur. Çağın başında ele geçirilmiş olan ekonomik gücün ve geniş topraklara hükmetmenin yarattığı iletişim olanaklarının avantaj yarattığı, çağın sonunda ise başta  Haçlı Seferleri ve Moğol istilası olmak üzere çeşitli etkenlerle merkezi yönetimin ortadan kalkması sonucu ekonominin zayıfladığı ve güvenliğin azaldığı ve bu gelişmelerin Altın Çağ’ın başlamasında ve bitmesinde etken olduğu, bu konuyu ele alan her görüşten araştırmacıların üzerinde fikir birliğine vardığı hususlardır. Üzerinde fikir birliğine varılamayan tek konu ‘özgürlük’ konusudur. İş özgürlüğe geldiğinde araştırmacıların görüşleri temelde ikiye ayrılmaktadır:

1.      Dinin egemen olduğu bir toplum yapısında özgür düşüncenin gelişmesi mümkün değildir. Özgür düşünce olmazsa bilim, sanat ve uygarlıkta olmaz. Altın Çağ’da toplumsal ortam, birtakım etkenlerin sonucu olarak, din baskısının etkisi altında değildi ve uygarlık gelişti. Ancak, XIII. yüzyıldan itibaren din baskısı egemen oldu ve ileriki dönemlerde diğer fiziksel imkanlar (para ve iletişim) zaman zaman müslümanların eline geçmiş olmasına rağmen, din baskısı yüzünden İslam dünyasında uygarlık hiç bir zaman Altın Çağ’ın düzeyine ulaşamadı. Zaten Batı dünyası da, dinde reform yaptığı ve laik dünya görüşünü oluşturduğu  için gelişebildi.

2.      İslamiyet bilimle çatışmaz. Bunun en güzel kanıtı da Altın Çağ’da İslam dünyasının, çağının en ileri uygarlığını kurmuş olmasıdır. Altın Çağ’dan sonra İslam dünyasının aynı başarıyı bir daha yakalayamamasının nedeni, yabancı kavram ve uygulamaların toplumun içine sokulması, İslam’ın köklerinden kopmuş olmasıdır ve/veya emperyalistlerin oyunlarıdır.

İki görüş arasında bir seçim yapabilmek için Altın Çağ’daki düşünce ortamın irdelenmesi gerekmektedir.

ALTIN ÇAĞ’IN DÜŞÜNCE ORTAMI

Özgürlük ve Hoşgörü

İnsan yapısının doğası gereği, işler iyi giderken daha fazla hoşgörü, daha az suçlama söz konusudur. İslamiyet’in gösterdiği hızlı yükseliş dönemi pek çok alanda hoşgörünün koşullarını da beraberinde getirdi.  ‘İslam dini, sonraları değil ama başlarda, insan düşüncesinin gelişmesini Hıristiyanlığa oranla çok daha az köstekledi’.[3] Din otoriteleri, filozofların yorumlarını bir tehlike olarak görmediler. Bazı halifelerin bizzat kendileri serbest düşüncenin ve bilimin gelişmesine öncülük ettiler. Yunan felsefe ve bilim yapıtlarının çevrilmesini desteklediler. ‘Halife Me’mun,. Bir çeviri bürosu  (Dar-ul-Hikmet) kurdu; burada büyük bilginler Aristo’nun, Batlamyus’un eserlerinin pek çoğunu Arapçaya çevirdiler. Çok sayıda Pers ve Hint kitabını da çevirdiler.’[4]  Görevli çevirmenlerin çoğu Hıristiyandı. Doğa bilimlerine de ilgi duyan Me’mun, Müslüman bilginlerin Antik Çağdan beri aktarılan astronomi bilgilerinin doğruluğunu araştırabilmeleri için gözlemevleri kurdu.

Sadece o günün koşullarına göre değil, günümüzde bile hayret uyandıracak bir serbest tartışma ve düşünce özgürlüğü ortamı doğdu. Hilmi Ziya Ülken, vahye dayalı dinleri eleştiren Ebubekir Razi (841-926) hakkında ‘Abbasi halifelerinin büyük toleransıyla karşılaştığını’, aynı dönemde yaşayan Farabi, İbn-i Heysem ve Endülüslü İbn-i Hazm’ın Ebubekir Razi’nin bu görüşünü eleştirdiğini anlatır. (...) Tabiatçılar, dehriyun denilen materyalistler, panteistler, İslam ansiklopedistleri olan İhvan üs-Sefa’cılar ve rasyonalist Mutezile akımı bu dönemde ortaya çıktı. Hıristiyan Yahya bin Adi, Müslümanlarla tartışmata girdi, Hıristiyanlığın ‘teslis’ (üçleme: Tanrı, İsa, Ruhülkudüs) inancını savundu, Müslüman el Kindi onu eleştirdi, medenice tartıştılar... Hilmi Ziya Hoca bu olayı ‘o devrin ne kadar hür düşünceli olduğunu gösterir’ diyerek takdirle kaydediyor.[5]

Devrin yöneticileri özgürlük yanlısı tutum takındılar ve bilimi desteklediler. J. D. Bernal, devrin yöneticilerini ve ortamını anlatırken kalsik çağ ve rönesans ile paralellikler kuruyor ve hatta ‘laik’ tabirini kullanıyor.

 ‘İslam medeniyetinin başlangıcında bilim adamlarının sosyal durumları, klasik çağların son safhalarından pek farklı değildi. Abbasilerin yönetime gelişi ile, 754-861 yılları arasındaki kısa devrede Mansur, Harun Reşid, Me’mun ve hatta sofu bir halife olan Mütevekkil zamanında bilim, İskenderiye Müzesi devirlerinden beri görülmemiş bir tarzda, desteklendi. Kordoba’nın Emevi Halifeleri, (928-1031) İspanya ve Fas’ta onların yerini alan sıradan emirler, hatta İslam medeniyetinin çöküş dönemindeki Selahattin, Gazneli Mahmut ve Semerkant’lı Uluğ Bey gibi hükümdarlar, bilimi destekledikleri ölçüde şeref kazandıklarına inandılar. İslam biliminin bu laik ve ticari ortamı onu, tamamıyla dini karakterde olan Ortaçak Hristiyanlığı biliminden kesinlikle ayırdı ve daha çok Rönesans bilimine yaklaştırdı.[6]

Yöneticilerin özgürlükçü ve hoşgörülü tutumları çağın genel yaklaşımı olup münferit değildi. Dindar olmakla ün yapmış yöneticiler bile farklı bir davranış içinde olmamışlardır.

Yunan ilminin İslam’a nakli konusunda en büyük hizmeti yapan İbn-i Ebcer’dir ve İbn-i Ebcer son derece dindar bir Sünni olan Halife Ömer’in (Ömer bin Abdülaziz, 628-720) doktoru ve şahsi dostu idi.[7]

Altın Çağ’da felsefenin özellikleri

IX. yüzyılda, gerçek amacı bilim olan ve dini kimi yerde araç kimi yerde de zorunluluk olarak ele alan ve yapısının gereği olarak farklı akımlara bölünen bir yepyeni bir ‘İslam’ felsefesi oluştu. Bu felsefe yapı olarak tanrıbilimci olmakla birlikte dogmaları sorgulayan ve Yunan felsefesi kaynaklı olan niteliğiyle ‘uzlaştırıci ve eklemlemeci’ bir özellik gösterir.

İsimleri Altın Çağ ile neredeyse özdeşleşmiş olan El Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi filozoflarının görüşlerine kısaca göz atarsak gerçek İslam şeriatından ne kadar farklı noktalarda olduklarını görmek mümkündür. Bu durum da, ‘Altın Çağ’da gerçek İslam düşüncesi hakim olduğu için Müslümanlar ileri gitti, daha sonra İslamiyet dejenere edildiği için aynı gelişme bir daha sağlanamadı’ görüşünden daha çok, ‘Altın Çağ’da hoşgörü ortamı oluştuğu ve İslam’la bağdaşmayan düşünceler bile kısıtlanmadığı için gelişme sağlandı’ görüşünü destekler niteliktedir.

Örneğin, ilk Arap ve Müslüman düşünürü sayılan El Kindi, tanrıyı kanıtlama ve ona yaklaşma çabasına karşın gerçek bir akılcıdır (rasyonalist) ve pek çok noktada İslami dogmadan farklı düşünür. İslam felsefesinde Aristotelesçi akım olan Meşaiyye okulunun kurucusudur. Farabi ve İbn-i Sina da bu akıma mensupturlar. Farabi (876-950), Platon’la Aristoteles’i ve böylelikle felsefe ile şeriatı uzlaştırmaya çalışmıştır. Farabi ruhçu olmakla beraber katıksız bir maddeci olarak nitelendirilebilecek görüşleri vardır. Farabi’ye göre madde ezelidir. Ruh, bedenden sonra meydana gelir ve bedenden sonra yaşamaz. İbn-i Sina (980-1037) ‘yı Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler. Din felsefesi konularına ilişkin görüşleri bakımından Farabi’ye göre İslam diniyle daha çok uyum halinde olmasına rağmen, Gazali, Fahreddin Razi, İbni Teymiyye gibi İslam dünyasında çok etkin olan bilginlerinin ağır eleştirilerine uğramıştır. İbn-i Rüşd (1116-1198), Aristotelesçi felsefe anlayışında Farabi ile İbn-i Sina’yı izlemiş olmakla birlikte, onlardan ayrılarak Aristoteles’in maddeci yanını işlemiştir.  Batı’yı etkilemiş ve başlı başına bir okul olarak benimsenmiş bir düşünürdür. İbn-i Rüşd’e göre, ruh cismin gelişmesidir ve ölümlüdür. Maddeyle devim ilksiz ve sonsuzdur. Biçimler maddenin içinde gizlidirler ve tanrılık etkiyi gerektirmeksizin birbirlerinin içinden çıkarak var olurlar. Bundan ötürü de yoktan yaratma söz konusu olamaz, söz konusu olabilen, gizliden açığa ilksiz sonsuz ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz bir süreçtir

Görüldüğü gibi bütün bu önermeler maddecidir. Bu yönüyle İbn-i Rüşd, hem İslam hem de Hıristiyan öğretisi ile de çatışır:

Gazzali’nin felsefeye getirdiği yirmi eleştiri konusunu birer birer yanıtlayarak felsefi düşünceyi kurtarmaya çalışmış ve bunu evrensel düzeyde başarmıştır. Ancak verilen  yanıtlar, felsefenin İslam toprağından dışlanmasını engelleyememiştir. Eş’ariliğin gerici baskısı yüzünden Endülüs’e kaçmış ve bu ülkede Meşşailiğin doruğa çıkmasını sağlamıştır. İbn-i Rüşd öğretisi, Hıristiyan dünyasından da tepki görmüş, ve yasaklanmıştır. Örneğin, Hollandalı düşünür Herman van Riswik, İbn-i Rüşdçülüğünden ötürü 1512’de yakılmıştır.[8] İbn-i Haldun (1334-1406) Bilimin İslam topraklarını terkettiği XIV. yüzyılda İbn-i Haldun gibi bir diğer seçkin bilim adamıyla karşılaşıyoruz ki kimya biliminin kurucusu Cabir İbn-i Hayyan’ın ‘Hayvandan insana yükseliş’ bilimsel öngörüsünü daha da derinleştirmiştir. Tarih felsefesinin ve toplumbilimin de kurucusu sayılır. Yazılarının sonuna ‘benim gördüğüm budur. Doğrusunu tanrı bilir’ ifadesini ekleyerek dönemine hakim olan gerici düşüncenin tepkisinden korunmaya çalışmıştır.[9]

İslam aleminde bilimi üretenlere yön veren felsefi akımlar daha da ilginç ve İslam karşıtı çeşitlilikler gösterir. İslam felsefesi içinde iki temel muhalif okulu oluşturan Meşşailik ve İşrakilik (Işıkçılık)’in yanı sıra, yine büyük önem taşıyan Mutezile, Dehriyyun, ve tanınmış bilim adamı Ebu Bekir Zekeriya Razi’nin (841-926) kurucusu olduğu Doğa Felsefesi (Tabiiyyun) vardır. Şimdi bu akımlara kısaca göz atarak o devirde hakim olan özgürlük ve hoşgörü ortamının düzeyi hakkında fikir sahibi olmaya çalışalım.

‘Tabiiyun: İslam felsefesinde ilk düşünceler, antik çağ Yunan felsefesinde olduğu gibi, doğa felsefesi alanında belirmiştir. İslam doğa felsefesi, İslam dogmatizmine karşı insan usunun bir tepkisi olan Mutezile davranışı ile İslam bilimciliğinin birleşmesinden doğmuştur. Tabiiyyun’un kurucusu Ebubekir Razi, deney ve Tümevarım yöntemlerini kullanan, bilginin sadece duyularla elde edildiğini savunan İslam felsefesinin ilk görgücüsüdür’.[10]

Adnan Adıvar, Ebubekir Razi’yi Aydınlanma filozoflarından Voltaire’e benzetir. Kendisinin dine aykırı sözlerine rağmen bütün yaşadığı müddetçe çağının en büyük hekimi gibi saygı ve itibar gördüğünü belirtir.[11]

‘İşrakilik olarak anılan Işıkçılığın kurucusu Şehabettin Sühreverdi’dir (1158-1191) Işıkçılığın kökleri eski Mısır’ın Hermesçiliğine, İran’ın Zerdüştçülüğüne ve Eski Yunanın Platonculuğuna dayanır. Sühreverdi’ye göre, ışıklar ışığı tanrıdır, gökten yere doğru süzüldükçe yoğunlaşmış ve karararak maddesel dünyayı meydana getirmiştir. Ruhla beden arasında özce bir ayrılık yoktur çünkü biri öbürünün yoğunlaşmasından ibarettir. Madde kendini eğiterek, yeniden ona doğru yükselebilir ve ışıklanabilir.’[12]

‘Mutezile: VIII. yüzyılda Vasıl bin Ata (?-748) ve onu izleyenlerin meydana getirdiği Mutezile akımı İslam felsefesinde usçuluğu (rasyonalizm) ve usa aykırı bulunan dinsel inançlara karşı çıkmayı gerçekleştirmiştir. Mutezileciler kaderi yadsırlar, onlara göre kul kendi eylemlerinin yaratıcısıdır. Cennet, cehennem gibi tüm usdışı kavramları, tanrının kendisinden ayrı nitelikleri olduğunu ve hiçbir mucizeyi kabul etmezler. Allah kelamı olan Kur’an’ın kadim (ezeli) değil, mahluk (yaratılmış) olduğunu öne sürerler. Mutezileci Cahiz, ‘bilginin ilk koşulu şüphedir’ diyecek kadar ileri gitmiş ve bilimselleşmiştir.’[13]  

‘Dehriyun: İslam felsefesinde maddeciler, dehriyun adı altında toplanmaktadır. Dehr, zaman anlamındadır. Hint felsefesiyle Sokratesten önceki Yunan felsefesinin etkisi altında oluşan dehr-zaman düşüncesi, sonsuzdan gelip sonsuza gidenin (ebedi, ezeli ve baki) ve tek kalıcı gerçeğin zaman olduğunu ileri sürer. Dehrciler  tanrıya inanmazlar, duyumcudurlar. Duyumlarla algılanmayan hiçbir bilginin edinilemeyeceği kanısındadırlar. Duyumlarla algılananların ötesinde herşey boştur. Maddeden ayrı bir ruh olamaz, her varlık zorunlu olarak maddeseldir.  Ruh yoktur ki ölümden sonra devam etsin. Madde, mekanik öğelerin bütünlediği bir atomlar yığınıdır. Bu öğretiden ayrılan bir kol vücudiyun adı altında panteizm ile birleşmektedir.[14]

Yukarıda kısaca tanımlanan felsefi akımların Sünni İslam öğretisinden ne kadar temel farklılıklar içerdiği göz önüne alındığında Altın Çağ’ın özgürlük ortamı hakkıda fikir edinmemiz mümkün olmaktadır. Felsefe, doğa bilimleri için ufuk açan bir disiplindir. Bu yüzden, özellikle o çağlarda, bilimin gelişmesi üzerinde çok önemli bir rol oynamıştır.

Doğal olarak, bu devirde sadece akılcı ve maddeci yönü ağır basan felsefi akımlar ve bunları savunan filozof ve bilim adamları ortaya çıkmış değildir. Bunların yanında inanç öğesine ağırlık veren, İslami öğretiye yakın düşünce akımları ve filozoflar da mevcuttur. Eş’arilik ve İmam Gazzali bu alandaki en önemli örneklerdir.

İmam Gazzali (1058-1111) Meşailiğin güçlü bir eleştirisini yapmıştır. Birçok bakımdan İmmanuel Kant’a benzer yapıda bir düşünürdür. Ussal bir metafiziğin olamayacağını ileri sürmüş, usla inanın uzlaşmazlığını ortaya koymuştur. Kendinden önceki İslam düşünürlerini ve özellikle Farabi ile İbn-i Sina’yı eleştiren İmam Gazzali şu üç konuda onları dinsizle suçlar: 1- Maddenin ilksizliği, 2- Tanrının tümelleri bilip tikelleri bilmemesi, 3- Öldükten sonra dirilmeyi ve ruhun ölümsüzlüğünü yadsımaları. Bu üç maddenin dışında, dinsizlik saymamakla birlikte şiddetle hücum ettiği 17 felsefe konusu daha vardır. Bir yanıyla pek güçlü bir eleştiri gerçekleştirerek felsefeye yararlı olan Gazzali, öbür yanıyla en önemli metafizik konularda onu jurnal ederek, felsefenin susturtulmasında etken olmuştur. O güne kadar İslami çatı altında gelişme olanağı bulan ve metafizik olmakla birlikte anti-İslam karakteri gün günden daha da belirginleşen felsefeye karşı, İslami gerilemenin yarattığı güven bunalımının da etkisiyle, gerçek İslamcı düşünceyi sistematize eden Gazzali, ‘iman felsefesi’nin kurucusu olmuştur. Meşşailiğe hücumlarıyla ve Eş’ariliği geliştirmesiyle ünlüdür. Felsefe, Eş’arilik yüzünden önce Endülüs’e sığınmak zorunda kalmış, sonra da İslam dünyasını tamamen terketmiştir.[15]

Eş’arilik, İslam felsefesinde akla ve her türlü şüpheye, özgür düşünceye karşı koyan koyu bir iman öğretisidir. Ebu Hasan Eş’ari’nin (Ölümü 935) kurduğu bu öğreti, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer.[16]

Akılcı ve maddeci yönü ağır basan felsefi akımlar ile inanç ve dogmalara ağırlık veren düşünce arasında çekişme her zaman var olmuştur. Burada önemli olan,, Altın Çağ’da akılcı ve maddeci akımlara da hayat hakkı tanınmış olması, bunların yöneticiler tarafından himaye ve destek görmesidir. Hatta Halife Memun, usçuluğu benimseyen Mutezile mezhebini halka kabul ettirmek için çaba göstermiştir. Çağın sonunda ise inanca dayalı düşünce ve İslam dogması tamamen hakimiyet kurmuş, diğer düşünce akımlarının ortadan kaldırmıştır.

ÇÖKÜŞÜ HAZIRLAYAN ETKENLER

Altın Çağ’ı sona erdiren nedenler arasında, konuyu inceleyen bilim insanlarının üzerinde görüş birliği sağladığı iki tarihsel olgu ve bu olguların yol açtığı sonuçlar vardır. Bunlar, Haçlı Seferleri ve Moğol istilasıdır.

Haçlı Seferleri, 1095-1270 arasında, Avrupalı Katolik Hıristiyanların, Papanın çesitli vaadleri ve talebi ile, Müslümanların elindeki Ortadoğu toprakları üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için düzenledikleri askeri akınlardır. Sözü edilen yıllar arasında 9 sefer düzenlenmiş olup, bazı topraklar ve şehirler ele geçirilmiş ve çoğu Müslümanlar tarafından geri alınmıştır. Bu seferlerin konumuz açısından önem taşıyan sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:

  • Haçlılar ile yapılan mücadeleler, İslam Dünyası'nı, Moğol saldırıları karşısında güçsüz bıraktı.
  • Akdeniz ticareti Müslümanların elinden çıktı.
  • Anadolu, Suriye ve Filistin, ekonomik bakımdan zarar gördü.

Moğol İstilası, Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol devleti orduları Çin denizinden Doğu Avrupa’ya, Sibirya’dan  Irak’a kadar geniş bir bölgeyi istila etti. Moğollar, Ortadoğu’daki Müslümanların yaşadığı şehirleri de yağ­maladılar. Anadolu’yu ve Irak’ı da egemenliklerine aldılar. İstila ettikleri bölgelerde büyük bir yıkıma, uygarlıkta geriye gidişe sebep oldular. Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagü Han 1258 yılında Bağdat Şehrini alarak Abbasi Devleti’ni yıktı.

Bu iki önemli olayın Altın Çağ uygarlığı üzerinde yıkıcı etkisi olduğu açıktır. Ancak Altın Çağ’ın sona erişini sadece bu iki olay ile açıklamak gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Bu konuda Bernard Lewis şöyle demektedir:

İnsan doğasının gereği olarak Müslümanlar da kötü durumları için suçlayacak dışarıdan birini aramaktadırlar. Bu konuda en çok suçlanan ‘kötü adam’ XIII. yüzyılda Abbasileri yıkmış olan Moğollardır. Ancak, unutmamak gerekir ki, özellikle İran’da Moğol istilasından sonra da bazı büyük kültürel başarılar elde edilmiştir. Ayrıca Moğollar, zaten köhnemiş bir idareyi yıktılar.

Avrupa’dan ithal bir ideoloji olan milliyetçiliğin gelişmesiyle birlikte geri kalmışlık konusunda Araplar, kendilerini yıllarca yönetmiş olan Türkleri, Türkler, yaratıcı enerjilerini yok ettiğini dişündükleri Arapları, İranlılar da, eski uygarlıklarını yok etmekle her ikisini suçlamaya başladılar. XIX. ve XX. yüzyıllarda ise yebi bir günah keçisi buldular: Batı emperyalizmi.

Oysa bütün bunlar gerilemenin sebepleri değil sonuçlarıdır.[17]

İSLAM DÜNYASI’NDA DEĞİŞEN NEDİR?

Altın Çağ’ın sona ermesindeki ana etkeni açıklamak için Haçlı Seferleri, Moğol İstilası, Türklerin yönetimi ele geçirmiş olması yeterli değilse o zaman esas sebep nedir?

Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Taha Akyol, Bilim ve Yanılgı adlı kitabında; ‘İslam bilime engel ise, niye belli bir çağda bilimlerin, hem de deneysel bilimlerin önderi oldu? Ondan sonra neler değişti ki, Müslümanlar geometriyi bile ‘faidesiz’ görmeye başladılar?’  sorusunun cevabını araştırmıştır.[18] Taha Akyol, Fernand Braudel’den alıntı yaparak  İslam medeniyetinin neden çöktüğü konusunda ileri sürülen üç temel tez olduğunu söyler:

1.      Gazali’nin rolü? Sebep acaba XI. yüzyılda Gazali’nin felsefeye indirdiği darbe midir? Çok karmaşık bir mesele olan çöküşü Gazali’ye bağlamak çok sathi ve kolay bir izah olduğu için yaygındır. Oysa, İslam medeniyetinin doğup yükselmesini engellemeyen İslamiyet, durup dururken onu niye karanlığa boğsun?

2.      Göçebe istilaları mı? Magrip’te Berberi, Ortadoğu’da Türk göçebe kavimlerin egemen olması yüzünden mi medeniyet çöktü? Bu kavimler, göçebe gelenekleriyle ve yeni Müslüman olmanın taassubuyla bilim ve felsefeye düşmanlık mı ettiler? Braudel bu tezi de inandırıcı bulmuyor. Arapların da bedevilikten geldiğini, Arap halifeler gibi Berberi ve Türk hükümdarların da bilginleri koruduğunu hatırlatıyor.

3.      Akdeniz’in kaybı mı? Braudel Haçlı Seferleri’nde Akdeniz’in Müslümanların elinden çıkmasını ve böylece İslam medeniyetinin karalara çekilmesini çöküşün temel sebebi olarak görüyor. [19]

Taha Akyol’a göre çöküşün temel sebebi Akdeniz ticaretinin kontrolden çıkmasıdır. Akyol, ‘İslam medeniyetinin doğup yükselmesini engellemeyen İslamiyet, durup dururken onu niye karanlığa boğsun?’ demektedir ama, İslam medeniyetinin doğup yükselmesini engellemeyen İslamiyet ile onu karanlığa boğan İslamiyet’in aynı İslamiyet olmadığını gözden kaçırmaktadır. Bunu söylüyor olmasına  rağmen, özgürlüklerin artık eskisi gibi olmadığını kendisi de inkar etmez:

İslam dünyasının iç zaafları bulunmaktaydı. Haçlılardan önce İslam dünyasında hem hızlı büyümenin getirdiği sosyal sınıf farklarıyla kültürel ve itikadi çatışmalar keskinleşmiş, hem özellikle Mısır’da Şii Fatımi hilafetinin kurulmasıyla siyasi birlik ruhu da parçalanmıştı. Bu tablonun ‘büyük tarih’i etkileyecek iki sonucu oldu:

1.      Dikkatler içe çevrildi.

2.      Yaşanan sorunlar yüzünden ‘mutabakat oluşturma, birlik sağlama ihtiyacı güçlendi. Görüş birliği arayışı ‘içtihat kapısı kapandı’ diye yaygın bir anlayışa yol açtı.[20]

‘İçtihad kapısı kapandı’ söylemi son derece veciz bir şekilde, Altın Çağ’da var olan özgürlük ortamının sonradan ortadan kalktığını kanıtlayan bir belge niteliğindedir. İçtihad kelimesinin İslam Hukuku’ndaki anlamı, Şeriat’in esasa ait olmayan hususlarına ait hükümlerin, Kur’an ve Hadislerden çıkartılması demektir. Demek ki bir zamanlar Şeriat’in esasa ait olmayan hususlarında yorum yapılabiliyordu; ama belli bir dönemden sonra yapılamaz hale geldi. Aslına bakarsanız, Altın Çağ’da Şeriat’in esasa ait hususlarında bile yorum yapılabilmiş, (yaratanın birliği, ruhun mevcudiyeti, ölümden sonra diriliş, cennet, cehennem, kader) Altın Çağ’dan sonra ise, tali konularda bile yorum yapmak imkansız hale gelmiştir.

Bir zamanlar Antik Çağ’ın eserlerini tercüme ettirip gelişmesinde itici güç olarak kullanan İslam dünyası, artık okullarında din dışında herhangibir konuya yer vermez hale geldi.

Frof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun belirttiği gibi, XI. yüzyılda Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreselerinin sırf dini ve hukuki eğitim vermesi, felsefe ve akli ilimleri müfredet programına almamasıdır.[21]

Taha Akyol, Altın Çağ’ın sona erişini ‘Akdeniz’in elden çıkması’na bağladıktan sonra,  Altın Çağ’ın İslam dünyasına bir daha niçin geri gelmediğini açıklarken; ‘Osmanlı tekrar Akdeniz’i aldı ama bu defa Batı okyanuslara açıldı, Akdeniz’in ekonomik rolü pörsüdü. Bu arada Doğu ile Batı arasında kültürel ilişkileri önleyen husumet duvarları yükseldi. Haçlı seferleriyle oluşmaya başlayan bu husumet duvarları, eskiden Batı’nın İslam’dan yararlandığı şekilde, bu defa İslam’ın Batı’dan yararlanmasını engelledi.’ [22] demektedir.

Haçlı Seferlerinin ördüğü husumet duvarları nedeniyle Doğu ile Batı’nın ilişkisinin kopmuş olduğu saptamasına Frof. Ekmeleddin İhsanoğlu katılmaz. İhsanoğlu’na göre Osmanlı Devleti, Batı ile hep yakın ilişki içerisinde olmuştur.[23] Bana İhsanoğlu’nun açıklamaları daha akla yakın geliyor. Bence de, Osmanlı’nın Batı ile ilişkisi kopuk değildi ama imparatorluğun yükselme döneminde kendini beğenmişlik duygusunun etkisiyle, daha sonraları ise İslam dünyasının bugün de hala içine saplanmış olduğu aymazlıkla, yani bilim öğrenmek yerine işine yarayacağını düşündüğü uygulamaları adapte etmeye çalışmak kolaycılığıyla hareket ettiği için kayda değer bir atılım gerçekleştiremedi.  Osmanlı’da bilimin gelişmemiş olmasında dini taassubun etkisinin olmadığını söylemek te doğru olmaz.

Osmanlı’nın devraldığı miras VIII-XII. yüzyılların ‘darülulüm’ mirası değildi, o gelenek sönmüştü. Osmanlı’nın, üzerine kurulduğu kültürel miras ve coğrafyada eski yükselme çağlarının felsefe ve bilimi terk edilmişti. Bu bilimleri Osmanlı’ya kimler getirecekti biliyor musunuz? Endülüs’ten techir edilip Osmanlı’ya iltica eden Yahudiler arasında o bilimlerin geleneğini sürdüren Yahudi alimler. [24] Fakat bu çok zayıf bir aşıydı, ne Farabi’nin yol açtığı tartışmalar yaşandı, ne Gazali ile İbn-i Rüşd’ün Tehafüt tartışması Osmanlı medresesinde ilgi gördü... Bu tartışmaları Avrupalılar yapıyorlardı.[25]

Sadece II Memet (Fatih) devrin alimlerini ihtisas sahalarında eserler vermek için teşvik etmiş, Gazzali’nin Meşşai filozofların metafiziğe ait fikirlerine getirdiği Tehafüt el-Felasife adlı eserindeki tenkitleriyle ve İbn-i Rüsd’ün bu tenkitlere Tehafüt el-Tehafüt adlı eserinde verdiği cevapların mukayeseiçin Hocazade ile Alaeddin el-Tutsi’yi görevlendirmiş ve her ikisine de bu konuda birer eser yazdırmıştır.[26] (Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, (ed. Aykut Kazancıgil ve Sevim Tekali), İstanbul, 1983) (Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim,  s.27)

Fatih rönesansı malesef devam etmemiştir.[27]

Sorulması gereken doğru soru, Altın Çağ’daki özgürlük ortamının zaman içinde değişip değişmediği sorusudur. Bu sorunun doğru cevabını aramak için gelin öncelikle bilimin itici gücü olan felsefenin durumuna bakalım.

Bu dönem boyunca bilime gelişme temeli sağlayan ve kaçınılmaz olarak her şeyi sorgulayan niteliğiyle ‘Felsefe, doğal olarak İslamla uzlaşmayı sağlayamadığı gibi onunla çatışmaya girmekte gecikmedi. Kur’an’la bağdaştırılması güç olduğundan kuşku ile karşılanıyordu. Müslüman din bilginleri bu yolda çaba gösterdiler ama bu çabalar mutaassıpların muhalefeti ile karşılaştı. Gazzali’nin kitabı ‘Filozofların Yıkımı’ bu çabaların boşunalığının bir ihtarı idi. İbn-i Rüşt’ün (1129-1198) çok saldırılarla uğramış ‘Yıkımın Yıkımı’ndaki ateşli yanıtına rağmen, bu ihtar etkinliğini yitirmemiş ve kaçınılmaz bir şekilde, Yunan Hıristiyanları arasında olduğu gibi İslam ülkelerinde de kısırlaştırıcı bir etki yaratan iki hakikat – yüksek ruhani hakikat ve alçak rasyonel hakikat – doktrininin biçimlenmesine neden oldu. Bilim ve İslam dininin kalıcı unsurları arasında bir ilişki kurulamaması, sonraki yüzyıllarda kültürel ve entellektüel bakımlardan statikleşen İslam dünyasında bilimin zayıflamasının muhtemel baş nedeni oldu’.  İslam biliminin en verimli çağı olan 9.,10., ve 11. yüzyıllarda bu değerlendirmeler henüz baskın değildi. Büyük bilim insanlarının bazılarınca dinin aslında benimsenmediği ve dünyevi bilginin peşinden koşarken işin içine karıştırılmadığı düşünülebilir.[28] 

Bernal, çok açık bir biçimde işin püf noktasını anlatmış: Felsefe din ile bağdaşmaz. Bazı değerli bilim insanları bu konuda çaba gösterdiler ama sonuç olumsuz oldu. Hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar inanç ile akıl arasında bir öncelik sıralaması yapıp aklı ikinci sıraya yerleştirdiler. Başlangıçta bilim insanları, çalışmalarını dini hükümlerden bağımsız olarak yürütebilmekteyken, dinin kurumsallaşması sonucu bilimsel gelişme durdu.

İslam, ilk gelişme dönemine damgasını vuran bilimsel itici gücünü bir daha asla kazanamadı. Arap imparatorluklarının yerini alan Moğol ve Türk devletlerinde sağlanan denge içinde bilim, esas olarak XI. yüzyılda ulaştığı aşamada dondurulmuş bir bir halde duruyordu. Bunun görünürdeki nedeni, felsefeyi ve bilimi köstekleyen ruhban sınıfının güçlenmiş olmasıydı. Oysa bilime gerçek anlamda ihtiyaç duyuluyor olsaydı, bunlar Rönesans Avrupası’nda olduğundan çok daha etkili olamayacaklardı.[29]

Yukarıdaki paragrafta yer alan, ‘Arap toplumunda bilime gerçek anlamda ihtiyaç duyulmadığı, oysa Rönesans Avrupasında böyle bir ihtiyacın ortaya çıktığı’ ifadesi büyük önem taşıyor. Bernal, söyle demektedir: ‘Evet, din baskısı oldu ama, toplum bilime ihtiyaç duysaydı bu baskıyı aşardı. Nitekim Avrupa’da böyle olmuştur.’ Bu saptama bizi, ‘Altın Çağ uygarlığı niçin söndü?’ sorusu ile ilgili bir başka bakış açısına  götürmektedir. Bu çağda bilim ve uygarlık dar bir yönetici sınıf tarafından benimsenmiş ve desteklenmişti. Halkın bu konuda bir bilgisi ve talebi olmadığı gibi, dini dogmaların da etkisiyle bilim ve uygarlık alanındaki gelişmelere şüphe ile bakmaktaydı. Ancak yöneticilerin koruması altındaki gelişmelere sesini çıkaramamaktaydı. Yönetici sınıf, işgaller ve ekonomik durumun kötüye gitmesi sonucu, dikkatini ve korumasını bu alana yönlendiremez hale gelince, halkın tepkisi uygarlık alanındaki gelişmeleri ezmeye başladı.

Bernal’ın aşağıda yer alan ifadeleri de bu yaklaşımı destekler niteliktedir.

Bilimin krallar, zengin tüccarlar ve soylular ile kurduğu bu ilişki başlangıçta onun gücünün, sonraları ise zayıflığının kaynağı oldu. Çünkü bilim, zamanla büyük adamlara danışmanlık yapan bilgelerden kendilerine bir hayır gelmeyeceğinden kuşkulanan halktan büsbütün koptu ve bu kopuş bilimi yobazlığın karşısında kolay lokma haline getirdi. Kentler ve ticaret geliştiği sürece, tartışmayı ve ilerlemeyi güvence altına alacak bilimle ilgilenen, yeterince geniş, kültürlü bir orta sınıf var olmaya devam etti. Ne var ki bu durum değişince, bilim insanları giderek gezgin alimler haline geldiler ve kaderlerini yerel hanedanların belirsiz kaderlerine bağladılar. Bu bilginlerin en büyüğü olan İbn-i Sina’ya bile tam bir güvence sağlanamadı. Bazen doktor, bazen vezir olarak İran ve Orta Asya’da çeşitli sultanlara hizmet etti. Hanedan’da başını isteyen isyancıların elinden deli taklidi yaparak kurtulabildi. Son büyük İslam düşünürü İbn-i Haldun (1332-1406) ise nerede iş bulursa çalışmak zorunda kalmış Sevillalı bir sığınmacıydı.[30]

İslam doktor ve astronomları, deney ve gözlemlerini, sarayın ve zenginlerin bu koruyucu davranışları sayesinde yürütebildiler ve yine bu davranışlar sayesinde, bilimdeki bu ilerlemenin , müminlerin inaçlarının sarsılmasına neden olacağından şüphelenen yobazların etkili hoşnutsuzluklarından kendilerini koruyabildiler. Binbir Gece Masalları’nın birinde, bütün kitapları yok eymek amacıyla Bağdat’ın kener mahallelerinde dolaşan yobazlardan söz edilir.[31]

Hatta, Taha Akyol da bu yaklaşımı destekler nitelikte ifadelere adı geçen eserinde yer vermiştir:

İslam hukuku (fıkıh) da şehirleşme ve ticaretin güçlenmesi sürecinde gelişmişti. Daralma ve şehir altyapısının yok olması hukuki düşünceyi de yüzyıllarca sürecek bir katılaşmaya itmiştir. Fıkıhı donmaya iten görüşün keskin temsilcisi niteliğindeki Selefiyeci-hadisçi akımların şehirleşmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış olması çok önemlidir. Bu akımların özgürlükçü Ebu Hanife’ye ağır hakaretlerle saldırması, rasyonalist Mutezile akımını Mecusi (ateşe tapar) olmakla suçlaması ‘kolektivitenin akla egemen olması’ olarak açıklanabilir.[32]

‘Kollektivitenin akla egemen olması’ saptaması da, yine veciz bir şekilde durumu anlatmaktadır kanaatindeyim.

Yukarıda, Bernard Lewis’ten bir alıntı yaparak, ünlü tarihçinin ‘çöküşün sebebinin ne olmadığı’ hakkında görüşünü iletmiştim. Peki Lewis’e göre çöküşün sebebi nedir? Onu da belirteyim:

Geri kalmışlık tamamen özgürlük eksikliğidir. İdeolojilerle sınırlandırılmamış bir düşünce özgürlüğü, yolsuzluk ve kötü yönetimden arındırılmış ekonomik özgürlük, cinsel ayrımcılık gütmeden kadınlara tanınmış özgürlük, diktatörler karşısında vadandaşların özgürlürlüğü...Ancak demokrasiye giden yol tuzak ve engellerle doludur.[33] 

 

SONUÇ

Araplar, İslamiyet’in sağladığı birlik imkanı ve ‘cihad’ öğretisi ile gerçekleştirdikleri fetihlerle büyük bir imparatorluk kurdular. Ticaret yollarının kontrolunu ellerine geçirdiler. Bu durumun sonucu olarak zenginleştiler ve geniş bir coğrafyanın tek yönetim altında toplanmasıyla büyük şehirler ve kültür merkezleri arasındaki iletişim önemli ölçüde arttı. Bunlara ek olarak,  Abbasilerin ilk dönemindeki halifeler, akılcılığı ve özgür düşünceyi desteklediler, bilim ve düşünce alanlarındaki çalışmalara kaynak aktardılar. Bütün bunların sonucunda, IX.-XII. yüzyıllar arasında, uygarlığın her alanında kayda değer gelişmeler yaşandı. Bu dönemde ortodoks İslam görüşlerine aykırı düşünce akımlarının ortaya çıkabilmiş olması çağın özgürlük anlayışının göstergesidir.

XII. yüzyılın sonlarına doğru Abbasi yönetiminin zayıflaması, Moğol saldırıları ve Bağdat’ın işgali gibi etkenlerin sonucu olarak İslam dünyasının zenginliği ve refahı ortadan kalktı. Bu durumun da etkisiyle, İslamın dogmalarına sıkı sıkıya bağlı düşünce akımlarının hakimiyeti gelişti. Özgür düşünce ortamı kayboldu ve bir daha da günümüze kadar İslam dünyasının hiçbir yerinde ortaya çıkamadı. Bu yüzden, tarihi süreç içerisinde zaman zaman ekonomik gücü eline geçiren İslam devletleri kayıtlara geçmiş olmakla birlikte, Abbasiler dönemindeki düşünce özgürlüğü ortamı hiçbir zaman gerçekleşmediği için, uygarlıkta da o dönemle kıyaslanabilecek bir atılım İslam dünyasında bir daha yaşanmadı.

Bütün bu söylenenlere bir de, Altın Çağ’daki bilim ve uygarlık alanındaki gelişmelerin dar bir yönetici kadro tarafından destek ve koruma görmüş olduğu, bu kadronun kendi başının derdine düşmesiyle beraber, bilim ve felsefenin, güçlenen ruhban sınıfı ve yobaz halk kitleleri önünde kolay lokma durumuna düştüğünü eklemek gerekir.

Altın Çağ’da hakim olan özgürlük ortamını yukarıda ayrıntılarıyla anlattık. O çağdaki atmosferin, günümüzdeki Müslüman ülkelerle bile kıyas kabul etmeyecek kadar gelişmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Halife Me’mun astronomi bilgilerinin doğruluğunu araştırmak için gözlemevleri kurmuş; Kutsal kitaptaki ‘göklerin ve yerin altı gün içinde yaratıldığı’ (Araf 54, Yunus 3, Hud 7) açıklamasına rağmen evrenin oluşumu konusunda araştırmalar yapmak için hangi İslam ülkesi bugün bir ‘CERN’ araştırma merkezi kurmayı göze alabilir? Bugün hangi İslam ülkesinin devlet  başkanı veya cumhurbaşkanı Ebubekir Razi’yi, İbn-i Rüşd’ü hatta Farabi’yi rektör olarak atayabilir?

O çağdaki İslam anlayışının farklı olduğu açıktır. Gerçek İslam’ı o çağdaki anlayış mı temsil etmektedir yoksa o çağdan sonra hakim olan ve aradan geçen dokuz yüzyıl boyunca fazla değişmeden günümüze kadar gelen anlayış mı temsil etmektedir? Bu sorunun cevabını vermek din bilimcilerin işidir. Ancak inkar edilemeyecek bir gerçek var ki; o çağdaki anlayışla İslam dünyası uygarlıkta lider olmuştur. Bugün hakim olan anlayışla ise durum bellidir.

Bilimin temeli şüphecilik, sanatın temeli yaratıcılıktır. Bu kavramların ikisi de dinlerin inanç sistemleri ile çelişir. Dolayısıyla, bilim ve sanat ancak dini öğretiler kendilerini rahat bıraktığı ölçüde gelişebilirler. Bu gerçeği göz önüne almadan, ‘İslam dini bilimin ve sanatın gelişmesine engel değildir, eğer öyle olsaydı, Altın Çağ’da bilim ve sanat gelişemezdi’ demek, konuya yüzeysel yaklaşımın sonucudur. Altın Çağ’da, yukarıda açıklanan etkenlerin sonucu, dini dogmaların baskısından uzak bir ortam oluştuğu için gelişme yaşanmış, bu ortamın ortadan kalkmasıyla da, bir daha başlamamak üzere sona ermiştir.
KAYNAKÇA:

Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul
Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul
Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul
Hançerlioğlu, Orhan (2003) ‘’Düşünce Tarihi,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul
Hançerlioğlu, Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul
İhsanoğlu, Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’ Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul
Lewis, Bernard. (2002). ‘’What Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern Response,’’ Oxford University Press, 2002. 172 pp. Index to p. 180. New York





[1] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 263
[2] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 265
[3] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 265
[4] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 265
[5] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 37 (Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Kaynaklar ve Tesirleri, s. 21’e atfen)
[6] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 267
[7] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 37 (Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü, s. 75’e atfen)
[8] Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul, s. 40-7
[9] Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul, s. 54-5
[10] Hançerlioğlu, Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 277
[11] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 38 (Adnan Adıvar, tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 1969, s. 132’e atfen)
[12] Hançerlioğlu, Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul, 129
[13] Hançerlioğlu, Orhan (2003) ‘’Düşünce Tarihi,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul, s, 149
[14] Hançerlioğlu, Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 57-8
[15] Aydın, Erdoğan (2006). ‘’İslamiyet ve Bilim,’’ Cumhuriyet Kitapları, 7. Baskı, İstanbul, s. 44-55
[16] Hançerlioğlu, Orhan (1970). ‘’Felsefe Sözlüğü,’’ Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 84
[17] Lewis, Bernard. (2002). ‘’What Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern Response,’’ Oxford University Press, 2002. 172 pp. Index to p. 180. New York
[18] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 35-83
[19] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 65-67 (Fernand Braudel, A History of Civilizations, s.63’e atfen)
[20] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 73-4
[21] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 74 (Ed. Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Astronomi Litaratürü Tarihi, IRCICA Yayınları, İstanbul, 1997, cilt I, s, XLVI-XLVII’ a atfen)
[22] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 89
[23] İhsanoğlu, Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’ Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s. 34
[24] İhsanoğlu, Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’ Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s. 99-157
[25] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s. 80
[26] İhsanoğlu, Ekmeleddin (2010). ‘’Osmanlılar ve Bilim,’’ Etkileşim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s.27(Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, (ed. Aykut Kazancıgil ve Sevim Tekali), İstanbul, 1983)
[27] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s.80
[28] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 268-9
[29] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 277
[30] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 267-8
[31] Bernal, John Desmond (2009). ‘’Tarihte Bilim,’’ Evrensel Basın Yayın Cilt 1 II. Basım, İstanbul, s. 267
[32] Akyol, Taha (1997). ‘’Bilim ve Yanılgı,’’  Doğan Kitap, İstanbul, s.76. (Mehmet Zeki İşcan, Salefilik, İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri, Kitap Yayınevi, 2006,)
[33] Lewis, Bernard. (2002). ‘’What Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern Response,’’ Oxford University Press, 2002. 172 pp. Index to p. 180. New York

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder