GİRİŞ
Günümüzün moda yaklaşımlarınlarından biri de okullarda
öğretilen tarih tezlerini ‘resmi tarih’ diye isimlendirip sorgulamak. Aslında
bunun yararlı bir uğraş olduğu kanaatindeyim. Yeter ki konuya objektif
yaklaşabilelim; tabuları yıkmak adına yeni tabular oluşturmayalım.
Osmanlı İmparatorluğu’nun XVI. yüzyılda çağının en gelişmiş
devleti iken sonradan niçin Batı’nın gerisinde kaldığı en temel tarih
sorularınden biridir. Bu soruya verilen cevaplar arasında da Batılı devletlerin
hem coğrafi keşiflerle ulaştıkları ülkeleri hem de kendi halklarını sömürerek
bu noktaya geldikleri, Osmanlı’nın ise daha insancıl bir yönetim felsefesine
sahip olduğu için bu yarışta geri kalmış olduğu şeklindeki tezin
taraftarlarının çok olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.
Bu yazıda Osmanlı’nın ekonomik ve sosyal politikalarının
genel bir değerlendirmesini yapmaya ve bu politikaların arkasındaki temel
kaygıların neler olduğu sorusuna cevap aramaya çalıştım.
Osmanlı İmparatorluğu’nda halk, yönetenler
ve yönetilenler olmak üzere iki sınıfa ayrılırdı. Yöneticiler ‘askeri’ adıyla
anılırdı. Yönetilenleri ise köylü ve şehirli olarak iki başlık altında
incelemek gerekir.
Askeri Sınıfı: Asker ve
sivil tüm devlet hizmetlilerine ‘askeri’ denirdi. Askeriler vergi ödemez,
devletten maaş alırdı. Yöneticileri kökenleri itibarıyla Müslüman halktan
gelenler ve devşirmeler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Osmanlı yönetim
zihniyeti, hanedana iktidar ortağı olabilecek bir soylu sınıfın ortaya
çıkmasına meydan vermemek için tüm yöneticileri ve merkezi orduyu devşirme
kapıkulları arasından seçip yetiştirmek yoluna gitmiştir. Kuruluş döneminde
akıncı beyleri ve yöneticiler olarak devlet mekanizması içinde yer alan soylu
Türkler II. Mehmet (Fatih) zamanında tasfiye edilmiş ve o dönemden itibaren tüm
yöneticiler, kendilerini destekleyecek soyu, sopu, aşireti olmayan devşirmeler
arasından seçilip yetiştirilmiş, Padişah bu yöneticilerin canı ve malı üzerinde
sorgusuz sualsiz hak sahibi olmuştur. Sadece askeri sınıfının içinde yer alan
ehl-i cihet (ulema) Müslüman kökenli idi ve servetleri normal koşullarda
müsadere edilememekteydi.
Devlet tarafından askerilere
yapılan ödemeler nakit veya vergi toplama hakkı şeklinde olabilmekteydi.
- Nakit
alanlar:
- Ulufe
erbabı: Yeniçeri, enderun hizmetlisi, kale koruyucusu, şehir subaşısı,
ases,
- Ehl-i
cihet: medrese mensubu, ulema
- Vergi
toplama hakkı alanlara ‘dirlik erbabı’ denirdi. Bunlar, tımarlı sipahi,
sancakbeyi, beylerbeyi, vezir ve diğer yüksek memurlardı. Bunlara,
rütbelerine göre, has, zeamet veya tımar tahsis edilirdi.
Askeri sınıfın dokunulmazlığı vardı,
bunlar hakkında kovuşturma ancak kendi amirlerince yapılabilirdi.
Reaya: Köylerde oturup
devlete ait miri araziyi işleyen halka reaya denirdi. Bunlar devletin kiracısı
durumundaydı ancak, bu kiracılık, her iki taraf için sonsuza kadar bağlayıcı
bir akit şeklindeydi. Yani, devlet, toprağını köylüden geri alamaz, köylü de
toprağı bırakıp gidemezdi. Gidecek olursa, ‘çiftbozan vergisi’ ödemek
zorundaydı. Vergisini ödemek koşuluyla
toprağı terk edebiliyor olması ve reayadan vergiyi toplayan kişinin (tımarlı
sipahi) toprağın gerçek sahibi olmayıp devletin memuru olması Osmanlı’daki tımar
sistemini Avrupa’daki feodalizmden ayıran başlıca özelliklerdir. Köylünün
toprak üzerindeki kullanım hakkı ölümünden sonra, mirasçılarına kalırdı.
Bir de ortakçı çiftlikleri vardı
ki bunların sahipleri temlik yoluyla araziyi mülk edinmiş kişilerdi. Burada genelde
azatlı veya azatsız köleler, topraksız köylüler çalışırdı. Elde ettikleri ürünün
yarısını çiftlik sahibine verirler, başka vergi ödemezlerdi. Bunlara tohum ve
bir seferlik koşum hayvanı çiftlik sahibi tarafından verilirdi.
Şehirli Sınıfı: Görünüşte
devletten bağımsızdır. Askeriler devletin hizmetlisi, reaya da kiracısıdır ama
şehirlinin böyle bir bağlantısı yoktur. Devlet halka asayiş dışında, eğitim,
sağlık, ulaştırma gibi bir hizmet te götürmemektedir. Bu durumda devlet
şehirliden nasıl vergi alacaktır? Birincisi, İslam şeriatına göre Müslümanların
ödemesi zorunlu olan zekat ve sadakayı, vergiye dönüştürerek tahsil eder.
İkincisi, pazarları kontrol ettiği için buralardan ‘bac’ adında bir vergi alır.
Üçüncüsü, asayişi sağladığı için bunun vergisini alır. Şehirlerde özel mülkiyet
vardır ama çoğu arsa, rical veya vakıf malı olduğundan şehirli de arsa kirası
ödemek durumundadır.
Reayadan
birinin askeri sınıfına geçmesi hemen hemen imkansızdır. ‘Raiyyet oğlu
raiyyettir’ sözcüğü meşhurdur.[1]
Devşirmeler köken olarak Hıristiyan reayadandır ancak bunların seçimi ve
yetiştirilmesi devlet tarafından yapılır. Müslüman reayadan birinin kedi
çabasıyla askeri olabilmesi için açık olan yol ise, medrese tahsili gördükten
sonra bir şekilde yükselip ulema olmaktır. Bir diğer yol da, Müslüman Türk’ün
gönüllü asker olarak sefere katılması ve olağanüstü yararlık göstermesi
halinde, kendisine tımar tahsis edilerek tımarlı sipahi olmasıdır. Ancak bu
olduça zor bir yoldur. Bu konuda adayları komutanlar seçip hükümete tavsiye
eder, sultan onaylarsa beylerbeyine emir gider, boşalan tımar olursa beylerbeyi
tahsis ederdi. Bu konuda rekabet çoktu ve rüşvet dönmekteydi. XVI. yüzyıldan
itibaren kapıkulları da tımar sahibi olmaya başlayınca bu yol tamamen kapandı
diyebiliriz. XVIII. yüzyılda sistemin dejenere olduğunu, Müslüman esnafın
yeniçeri yazıldığını, bir taraftan dükkanını işletmeye devam ederken bir
taraftan da devletten maaş aldığını görmekteyiz.
Toprak Mülkiyeti:
Genel kural
olarak Osmanlı’da arazi mülkiyeti devletindir. Mülkiyeti devlete ait araziye
‘miri’ denir. Miri arazi kavramı İslam hukukundan gelir. Arazi, fetih yoluyla
elde edildiğinden, fetheden de devlet olduğundan, mülkiyet hakkı devlete
verilmiştir. Bizans, Suriye, Mısır ve Sasanilerde de miri kavramı vardır. Fethedilen
arazinin eski sahibinin Müslüman veya gayrimüslim olması önemli değildir.
Klasik çağda toplam arazinin % 90’ı miri’dir.[2]
Bu genel kuralın istisnaları şunlardır:
1.
Şenlendirilmiş arazi : Islah yoluyla mülk
edinme demektir. Kullanılmayan (mevat = ölü) arazinin şenlendirilmesi (Bağ,
bahçe haline getirilmesi, ağaçlandırılması) halinde, bu işlemi yapana, sultanın
izniyle mülkiyet hakkı verilebilir. Bu işlemin yapılmasına genelde şehirlere
yakın yerlerde müsade edilmekteydi.
2.
Vakıf: Hayır işine bağışlanan mülk
demektir. Bu şekilde bağışlanan malın özel mülkiyet hakkı terkedilmiş olur;
ancak devlet mülkiyetine de geçmez. ‘Toplum mülkiyeti’ diyebileceğimiz üçüncü
tür bir mülkiyet söz konusu olur.
3.
Temlik: Sultanın, seçkinlere ölü araziyi
(mevat) bağışlaması ile oluşan özel mülkiyettir. Arazinin sınırları içindeki
herşey (göl, nehir, pınar) özel mülk olur. Vergi toplama, suçlu takibi hakları
da buna dahildir.
Yukarıda sıralananların dışında
kalan uygulamalar da mevcuttur ancak bunlar istisnai me marjinal durumlardır.
Miri
Arazinin Kullanımı:
Miri arazi
sancak denilen yönetim ve komuta birimlerine ayrılır ve her sancak için bir
‘sancak kanunnamesi’ çıkartılarak yönetim esasları belirlenir, işlenebilir
toprakların ve maden gibi diğer kaynakların dökümü yapılarak ‘tahrir’ defterlerine
kaydedilir ve toplanacak vergiler belirlenirdi.[3]
Mülkiyeti
devlete ait olan bu miri toprakların kullanımı tımar sistemi ile düzenlenirdi.
Bu sistemde, her çiftçi ailesine bir çift öküzle işlenebilek büyüklükte (yerine
göre değişmek üzere 80-150 dönüm arasında) bir arazi tahsis edilirdi. Kendisine
toprak tahsis edilen köylü (reaya), bu toprağın mülkiyet hakkına değil,
kullanım (intifa) hakkına sahip olur ve bu hak mirasçılarına intikal ederdi. Bu
hakka karşılık yükümlülükleri, toprağı düzenli olarak işlemek (üst üste üç
yıldan fazla boz (ekmeden) bırakmamak) ve vergilerini ödemekti.
Çiftliklerin
bir araya gelmesiyle ‘dirlik’ler oluşmaktaydı. Dirliklerde, arazi vergisi
nakdi, üretimden alınan vergiler ayni idi. Ayni, yani ürünün bir kısmı olan bu
vergilerin yöreden uzağa taşınması pratik olmayacağından, bunlar, devlete
hizmet eden belirli kişilere kaynağında tahsis edilirdi. Yıllık geliri
3.000-20.000 akçe arasında olan dirliklere ‘tımar’, 20.000-100.000 akçe
arasında olanlara ‘zeamet’, 100.000 akçenin üstünde olanlara ‘has’ denir.
Tımarlar, kuruluş döneminde, savaşlarda yararlık gösteren eyalet askerlerine
tahsis edilirken, sonradan kapıkullarına da verilmeye başlandı. Kendisine tımar
tahsis edilen asker, ‘tımarlı sipahi’ olarak adlandırılırdı ve tımarının
vergilerini kendi hesabına toplama hakkına sahipti. Yükümlülükleri ise,
topladığı verginin ilk 3.000 akçesinden (kılıç hakkı) sonraki her 3.000 akçesi
için bir ‘cebelu’ (eyalet askeri) beslemek ve atıyla, silahlarıyla harbe hazır
bulundurmak, ayrıca sorumluluğundaki bölgede asayişi temin etmekti. Zeametler,
yüksek rütbeli subay ve memurlara, haslar ise vezir ve sultanlara tahsis
edilirdi.
Tımar
sahipleri, devletin temsilcisi olarak toprağın tasarruf ve kullanım sürecini
gözetir, kendine tahsis edilmiş olan vergileri toplar. Tımar sahiplerini bir
çeşit devlet memuru olarak görebiliriz. Görevlerini gerektiği gibi yapmadığı
takdirde tımarı elinden alınıp başkasına tahsis edilirdi. Tımar sahibi,
tımarını oğluna miras bırakamazdı.
Büyük dirliklerin
küçüklerden en önemli farkı, dirlik sahibinin kendine tahsis edilen toprakta
veya yakınında ikamet etmiyor olmasıdır. Özelikle has sahibi veziler ve
padişah, İstanbul’da oturmakta, bunların görevlendirdiği kişiler, ayni vergi
olarak topladıkları ürünü satıp nakde dönüştürerek has sahibine iletmekteydiler.
Ayrıca, hasların kapsamında pazar yerleri, dükkanlar, madenler gibi nakit vergi
ödeyen kaynaklar da bulunurdu. Has sahiplerinin vergi toplamakla
görevlendirdiği kişiler ya bu işi ya ücret karşılığı yapan ‘emin’ler, veya vergi
toplama hakkını açık arttırma ile has sahibinden alıp vergiyi kendi hesaplarına toplayan ‘mültezim’lerdi.
Mültezimlerin kullanıldığı yönteme ‘iltizam’ denirdi.
XVI. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren ateşli silahların yaygınlaşması sonucu eyalet askerlerinin etkinliği azaldı,
yeniçerilerin mevcudunun arttırılması ihtiyacı doğdu. Ayrıca, beylerbeyiler ve
sancak beyleri de, güvenlik nedeniyle, daha fazla ücretli asker (sekban)
beslemek zorunda kaldılar. Ücretleri nakit olarak ödenen bu askerler için
hasların gelirleri yetmemeye başladı. Bu sorunun çözümü için, zaten önemi
azalmış olan tımarları azaltıp haslara dönüştürmek yoluna gidildi. 1550
yılından başlayan bu kaynak aktarımı XVII. yüzyılın ilk yarısında iyice
hızlandı. Bu gelişme, aynı zamanda, vergi toplama işinin doğrudan tımar sahibi
tarafından yapılması yerine, iltizam usulü ile yapılmasının yaygınlaşması
anlamına geliyordu. Bu durum, reayanın ezilmesine sebep oldu; çünkü, tımar
sahibi, topladığı verginin uzun vadede azalmadan devam edebilmesi için reayanın
yaşantısını sürdürebilmesini gözetmek zorundaydı. Halbuki vergi toplama
ihalesini en fazla üç yıllık bir dönem için almış olan mültezimin böyle bir
kaygısı yoktu.
XVII. yüzyılın
sonlarında iltizam uygulaması daha da ileri götürülerek vergi toplama hakkı
şahıslara kayd-ı hayat şartıyla (ömür boyu) satılmaya başlandı. Bu yeni sisteme
‘malikane’ adı verildi. Malikane alma hakkı kapıkullarına tanındı. Çoğu İstanbul’da
oturmaya devam edip vergileri teşeronla toplattı. Bu teşeronların da bazıları
gittikleri bölgelerde birer yerel güç odağı (ayan) oldular.
Merkezi
yönetimin artan nakit ihtiyacını karşılamak için bu önlem de yetmeyince, sadece
seferde alınan ‘avarız vergisi’nin hem miktarı arttırıldı, hem de devamlı hale
getirildi. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan vergileri
karşılayamayan köylüler topraklarını bırakıp kaçarak ‘çiftbozan’ oldular.
Çeteler halinde dolaşıp eşkiyalık yapan bu işsizler (levendler) asayis
sorunları oluşturunca, asayişten sorumlu sancak beyleri ve beylerbeyiler
bunlarla baş edebilmek için daha fazla paralı asker (sekban) beslemek zorunda
kaldılar. Ancak onlar da bu askerlerin masraflarını karşılayabilmek için yeni vergiler uydurup (bidat) reayayı
sıkıştırarak köylüye zulm etmeye başladılar.
Kaybolan tımar
sisteminin otorite boşluğunu ayanlar doldurdu. Bunların kökeni genellikle
tüccar, tefeci, bir şekilde güç kazanmayı başaran devlet memuru veya toprak
sahiplerine dayanır. Ayanlığın gelişiminde eşkiyalığın da rolü vardır. Ayanlar
biraz da eşkiyayı kontrol ederek önem kazandılar. Disiplini merkezden
gönderilen görevliler değil onlar sağlayabiliyordu. Ayanların ekonomik düzene
katkı yapma potansiyalleri vardı ama onlar tarımı düzene sokmak için çaba
harcamadılar. Ekonomik uğraş olarak tefeciliği tercih ettiler.[4]
Diğer taraftan, merkezdeki silahlı güç olan yeniçeri
ocağındaki bozulma da XVIII. yüzyıldan
itibaren başladı. Devlet, yeniçerilerin
maaş ödeyemez hale gelince bunların başka işlerle iştigal etmesine göz
yumulmaya başlandı. Böylece yeniçeriler, yargı dokunulmazlığı ve vergi
muafiyeti olan esnaflık yapmasına izin verilen bir milis gücüne dönüştü.
Yeniçeri tamamen yararsız hale gelince ayanın halk arasından topladığı askere
bel bağlandı. Tımarlı sipahilerin XVIII. yy başında sayıları çok azalmıştı.
Geçmişin hatırına ortadan kaldırılmadı. Lale Devri’nde (1718-1730) malikane
alımları hızlandı. 1760 ta tımar arazilerinin tümü ihale sistemi yoluyla gasp
edilmişti. XVII. yüzyılın sonunda, Anadolu dışındaki eyaletlerin çoğunda
merkeze rakip feodaller ortaya çıktı. Bu durum da merkeziyetçiliğin
zayıflamasında rol oynadı. Hükümetin bu konudaki tedbiri, güçlenen bir aileyi
dengelemek için bir başka aileye makam vermek oldu. [5]
Bu gelişmelerin sonucunda, XVIII. yüzyıl ‘ayanlar çağı’
olarak anılır. Halil İnalcık bu durumun bir zaaf değil esneklik olduğunu
savunur.[6]
Ayanlar genellikle (belli istisnalar dışında) merkeze sadık kalmayı yeğlemişlerdir.
Malikane sahibi olan bu yerel seçkinler Osmanlı devletinin devamlılığında bir
çıkar görmüşlerdir; zira ancak İstanbul’daki hükümdarın meşrulaştırdığı
vergiler (sultanın gerçek gücü ne olursa olsun) göreceli olarak rahatlıkla
toplanabilmektedir. Malikanelerin yaygınlaşması hem mali yapıda bir ademi
merkezileşme sağlamış, hem de devletin bünyesinde bir rahatlama getirmiştir.
Rakiplerini harekete geçirmek yoluyla bunları kontrol altında tutmak Osmanlı
için zor olmamıştır. Benim görüşüm ise, Osmanlı İmparatorluğu’nda XVIII.
yüzyılda ortaya çıkan bu adem-i merkeziyetçi durumun, devletin biliçli bir
tercihi olmadığı, devlete rağmen oluşan bir zaafiyet sonucu ortaya çıktığıdır.
Osmanlı her zaman merkeziyetçilikten yana olmuştur. Nitekim, kendini biraz
güçlü hissedince, ayanların üzerine ordu ile yürümekten geri durmamıştır. 1808
yılında tahta çıkan II. Mahmut ayanlarla amansız bir mücadeleye girişti. Ama
merkeziyetçiliği yeniden tesis edebilmek için yabancı ülkelerden destek istemek
zorunda kaldı. 1828 Rus harbi için seferber ettiği orduyla ayanlara saldırdı.
1831 de son kalan sipahileri azletti. Vergi tahsil haklarını iptal etti.
Arazilerini mültezimlere verdi. Mültezimler yerine verginin devlet memurları
tarafından tahsil edilmesine çalışıldıysa da bunda başarılı olunamadı.
Adli Düzen
Yargının en tepesindeki görevli
kazasker (kadıasker) idi. Anadolu ve Rumeli kazaskeri olmak üzere iki kazasker
mevcuttu. Yargının yürütmeyi kontrol yetkisi vardı. Adli merciler, (şer-i
şerif) yönetenle yönetilenin ilişkisini kontrol ve doğacak çelişkiye çözüm
getirme görevindeydi.[7]
Yüksek medrese (sahn)
mezunlarından seçilenler kadı adayı olur, bunlar büyük kadıların (molla) yanına
çırak (danişmend) olarak gönderilirdi. 3-5 yıl sonra İstanbul’da gelip bir yıl mülazemet (staj) görür, sonra kadı olarak
tayin edilirlerdi. 2 yıl süreyle görev yaptıktan sonra tekrar bir yıl mülazemet
ve arkasından başka göreve tayin yapılır, bu böyle devam ederdi.
Osmanlı’da ilçe teşkilatının başı
kadı idi. Kadıların tayinini bizzat padişah yapardı. Daha önce de belirtildiği
gibi, devletin, güvenlik dışında hiçbir hizmetten sorumlu olmaması sebebiyle,
kadılar da devletten maaş almazlar bunun yerine mahkeme muamelatından gelir
alırlardı.[8]
Ayrıca, hazineye havale edilmek üzere taraflardan ihzariye ücreti alınırdı. Kadının
görevlerini şöyle sıralayabiliriz:
·
Davalara bakmak,
·
Sözleşmeleri sicile işlemek (noterlik)
·
Narhları (fiyatları) tayin.
·
Belediye hizmetleri.
Kadının yardımcıları muhtesip (belediye
işlerindeki yardımcı), naib (yargı işerindeki yardımcı), katip, hademe, şuhudü’l
hal (bilirkişiler) muhzırlar (adli polis) idi.
Temyiz makamı divandı. Kadı,
karardan önce müftü fetvası isteyebilirdi. Belediye hizmetleri de kadıya bağlı
muhtesipler tarafından yürütülürdü.
Hükümetten
talebi olanlar ya İstanbul’a gelip bizzat dilekçe verir ya da İstanbul’daki bir
hatırlı kişiyi aracı koyarlardı.
Esnaf ve
Zanaatkar Organizasyonları (Loncalar)
Aynı bölgedeki esnaf ve zanaatkarlar kendi aralarında örgütlenerek
‘lonca’ adı verilen meslek organizasyonlarını kurdular. Lonca sisteminin
kökleri ‘ahilik’e dayanır. Ahilik, Ahi Evran (1171-1261) isimli Horasanlı Türk
filozofu tarafından, Hacı Bektaş Veli’nin tavsiyeleriyle geliştirilmiş bir
esnaf dayanışma teşkilatıdır. çalışma
yaşamını, iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bir örgütlenmedir.
Kendi kural ve kurulları vardır.
Loncalar, çalışma yaşamını, usta-çırak ilişkisi içinde
düzenler, ürün kalitesine yönelik standardlar koyar, hammaddenin dağıtımını,
üretilecek ürünün kalitesini ve miktarını kontrol altında tutar, ürünün satış
fiyatını belirler, rekabete izin vermezdi.
Vakıflar
Osmanlı
İmparatorluğu’nda, asayiş hariç, hiçbir toplumsal hizmetin (eğitim, sağlık,
ulaşım, ibadet) devlet görevi kapsamında olmadığını söylemiştik. Bu yüzden, kamunun
bu ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kurumlar hayırsever vatandaşlar tarafından
yaptırılır ve işletilirdi.
Diğer taraftan,
servet biriktirme potansiyeli en fazla olan yüksek rütbeli devlet memurları
‘kapıkulu’ statüsünde olduğundan, bunların servetlerinin müsadere edilmesi
pahişahın iki dudağının arasındaydı. Oysa vakıflar, tanım itibarıyla toplum
yararına kuruluşlar oldukları için, normal koşullarda, müsadere riskinden
göreceli olarak uzaktaydılar.[9]
Bu iki gerçeğin
biraraya gelmesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda vakıf kurumu çok büyük bir
gelişme göstermiştir. Sistem şöyle işliyordu: Bir hayır işi yapmak ve/veya servetinin
geleceğini güvence altına almak isteyen zengin şahıs, bir vakıf kuruyordu. Bir vakıf, iki ayrı kuruluştan
meydana gelmekteydi. Birincisi, Allah rızası için yapılan hayır işi (cami,
medrese, hastane, çeşme, köprü, tekke, türbe, vs.) ikincisi, bu hayır işini
finanse edecek kaynak (tarım işletmesi, kira getiren gayrimenkul, faiz getiren
nakit para, vs.) Bu kaynak veya kaynaklar da vakfın ayrılmaz parçası olarak
vakfeden kişi (bani) tarafından vakfa bağışlanır ve bunlardan elde edilen
gelir, hayır kuruluşunun devamlılığını sağlardı. Vakfeden kişinin, vakıf
senedine, finansman kaynaklarından elde edilecek gelirin bir kısmının kendi
ailesine ayrılması, vakfın yöneticilerinin kendisi veya mirasçıları tarafından
belirlenmesi gibi maddeler koyma hakkı vardı. Böylece, zengin şahıs, hem
yaptığı hayır işiyle toplumda itibar kazanıyor, hem de, kendisinin ve
mirasçılarının, bugün mevcut olan servetinin nimetlerinden gelecekte de
yararlanabilmesini güvence altına almış oluyordu.
Vakıflar, bir
taraftan istihdam yaratarak ekonomiye katkı sağlamalarına, bir taraftan da
toplum hizmeti boşluğunu doldurmalarına rağmen, üretim amaçlı kuruluşlar
olmamaları yüzünden, kaynakların verimli şekilde kulanılamamasına ve gelişmenin
donmasına sebep olmuşlardır.
Vergi
Sistemi
Osmanlı Devleti’nin bütün düzeni
vergiye yönelik. Sanki vergi almak kamuyu idare için değil de, kamuyu idare
vergi almak için.[10]
Almanya ile karşılaştırıldığında sorunun vergi değil,
güvenlik olduğunu görmekteyiz. Diğer sorun kayıtların (arazi tahrirleri)
güncelliğini kaybetmiş olmasıdır. Bunlara dayanarak konulan vergi kotaları daha
XVII. yy sonunda köylülerin topraklarını bırakıp kaçmasına sebep oldu. Tımar
kayıtları ve cizye kayıtları da aynı durumdaydı.
Angarya
Avrupa’daki feodal düzenle karşılaştırıldığında Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki reayanın Avrupa’daki serflere kıyasla hem kişisel haklar
hem de yaşam koşulları olarak daha iyi durumda olduğu bir gerçektir. Roma
İmparatorluğu’nun kurmuş olduğu büyük çiftliklerde köle emeğiyle yapılan
üretimin şehirlerin gıda ihtiyacını karşılaması, şehirlerdeki tezgahlarda yapılan
üretimin de hem köylere hem başka şehirlere pazarlanmasına dayalı sistem hem
Romanın son dönemlerinde yaşanan mali kriz hem de Cermen istilasıyla imparatorluğun
parçalanması sonucu çökünce, ticari faaliyet durdu. Pazara yönelik üretim sona
erdi. Köylerin kendi ihtiyacını kendilerinin karşılaması şeklinde kapalı
ekonomiye dönüldü. Bu durumda toprak sahipleri, üretim faaliyeti yapılmayan
mevsimde kölelerini besleyemez hale geldiler. Kölelerin bir kısmını azad ederek
bunlara kira karşılığı bir miktar toprak tahsis ettiler ve bu toprağı işleyip
kiralarını ödeyerek kendi karınlarını kendilerinin doyurmasını istediler.
Böylece serf olarak isimlendirilen sınıf ortaya çıktı. Bunların toprağı terk
etmesi yasaktı. Evlenmeleri, başka iş yapmaları efendilerinin iznine bağlıydı.
Her çeşit angarya işinde de çalıştırılıyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki düzen Avrupa’dakinden daha insancıl olduğu
bir gerçektir. Reayanın belli hakları ve hukuku vardır. Devlet, tımar
sahiplerinin köylüleri kendi işlerinde çalıştırmasına sınırlamalar getirmiştir.
Bütün bunlara rağmen, Osmanlı’da da zorla çalıştırma yaygındı. Belirli köyler
madenlerde çalışmakla yükümlüydü. Bazı köyler nakliye işlerinden sorumluydu. Bu
tür işlerde görevlendirilmiş olan köylüden ‘avarız vergisi’ alınmaz, diğer
köyler avarız vergisini nakit olarak öderdi. Ordugahlarda zenaatkarlar
çalıştırılırdı.
Kamu inşaatlarında ve tersanede büyük miktarda köle çalışırdı. Ayrıca devlet, bu tip kamu işlerinde esnaf ve
zenaatkarları çalıştırdığı zaman bunlara, özel kişilerce verilennin çok altında
ücret verirdi. Kereste talebi köylüden vergi karşılığı veya raicin beşte birine
kadar düşen fiyatlarla sağlanırdı. Bundan kaçmak için köyünü terk edenler vardı.
Ayrıca kerestenin taşınması için yol yapımı da köylüden isteniyordu. Tersanenin
talepleri sürekli gerginlik konusu olmuştur. Ömer Lütfü Barkan zaman zaman bu
ekonomiyi, barış dönemlerinde de uygulanan bir savaş ekonomisine benzetmiştir.[11]
Ordunun gereksinimlerini karşılamak ise çok daha talepkar kurallar
çerçevesinde gerçekleşmekteydi. Seferde olan ordular ve seferde kullanılan yük
hayvanları köylülerin ‘nüzul vergisi’ olarak getirdikleri hububatla beslenirdi.
Taşımacılık hizmeti de vergi yükümlüsü olan kişilerden istenirdi. Seferde olan
ordunun altyapı hizmetlerini devlet tarafından kazalardan toplanan esnaf
yürütürdü. Maden ocaklarının çevresinde yaşayan köylüler top güllelerini
cepheye nakletmekle yükümlüydü. Hisar yapımı yine civar köylülerden istenirdi.[12]
İstanbul’un çoğu gereksinimleri de, ‘buyruk ekonomisi’ diyebileceğimiz
ve piyasa kurallarının dışında kalan bu
sistem içinde sağlanmıştır. Belirli yörelerin ürünlerinin tümüyle İstanbul’un
gereksinimlerine ayrıldığı anlaşılmaktadır. ‘Hicaz’ın hademeliği’ padişah için
bir prestij konusu sayıldığından, Mekke ve Medine’nin ihtiyaçları da yine
piyasa ekonomisinin dışında kalan kanallardan beslenmiştir.[13]
Köylerin bazı mükellefiyetlerine örnek olarak aşağıdaki
talepleri sayabiliriz:
- Maden
civarındakiler için, vergi muafiyeti karşılığı, kömür, odun, yiyecek,
işgücü sağlamak
- Avarız vergisi
olarak orduya malzeme temini. Miri fiyatla tahıl temini. (sürsat)
- Güzergahtan
uzaktakiler için asker, imdat, taksit vergileri
- Selanik
Yahudilerine üniforma kumaşı imal ettirilmesi
- Karadeniz, Ege
köylerinden gemi yapımı için kereste temini istenmesi.
Esir ticareti XVIII. yy boyunca devam etti.
Tarlada çalışan köle çok azdı. Genelde zenginlerin evlerinde ihtiyaç duyuluyordu.
Güvenlik ve
Güven Sorunu
Anadolu’da güvenlik sorununun Osmanlı tarihi boyunca sürekli
gündemde kaldığını görmekteyiz. Anadolu insanı bazen bir kanaat önderinin
etrafında toplanıp Osmanlı’nın kendine dayattığından daha farklı bir düzen
hayali kurmuş, (Şeyh Bedretdin, Şahkulu, Nur Ali Halife, Baba
Zünnun) bazen mekeze karşı çıkıp tahtta hak idda eden bir şehzadenin
peşine takılmış, (Korkut, Ahmed, Bayezid) bazen komşu ülkenin yöneticisini (Şah
İsmail) kendine daha yakın gördüğü için merkeze karşı ayaklanmış ve her
seferinde Osmanlı merkez ordusunun çok kanlı kıyımlarıyla karşı karşıya
kalmıştır. XVI. yüzyılın ikinci yarından itibaren başgösteren karışıklıkların
sebebi ise yukarıdakilerden tamamen farklı olarak siyasi içerikten uzak, açlık
ve çaresizlikten kaynaklanan olaylardır.
‘Suhte karışıklıkları’ ve ‘Celali İsyanları’ olarak
isimlendirilen bu sosyal çalkantılar hem toplumsal yaşantıda büyük sorunlar
yaratmış hem de 1580-1610 yılları
arasındaki ekonomik krize yol açmıştır.
XVI. yüzyılın ortalarından itibaren medreselerde aşırı öğrenci (suhte)
birikmesi sonucu, kendileri için hiçbir gelecek ümidi göremeyen bu gençlerin
gruplar halinde gerçekleştirdikleri soygunculuk ve tecavüz olayları, ayrıca
vergilerini veya borçlarını ödeyemediği için toprağını bırakıp dağlarda
soygunculuk yapmaya başlayan ‘levend’ gruplarının yarattığı asayiş sorununa
çözüm amacıyla ümera (sancak beyleri ve beylerbeyiler) ‘sekban’ denilen
askerleri beslemeye başladılar. Bu askerlerin masraflarını karşılamak için de
köylüye ‘salma’lar salınıyordu. Ayrıca, eşkiya takibi bahanesiyle köylere gelen
sekbanlar olmadık eziyetler ve yolsuzluklar yapıyorlardı. Köylü, eşkiyadan çok
bunlardan şikayet etmeye başlayınca III. Murat köylülere ‘vali ve adamlarını
köyünüze sokmayın’ diye ferman çıkardı. Köylüler de kendi milis kuvvetlerini
oluşturdular. Ancak, yasaklamayla beylerbeyilerin ihtiyaçları ortadan
kalkmadığı için bu ferman da çare olmadı. Kendi silahlı adamlarına sahip olmak
beylerbeyilere isyan etme imkanını da veriyordu. Küçük eşkiya çetelerinin
yarattığı asayişsizlik şeklinde başlayan olaylar giderek büyük isyan
hareketlerine dönüştü. Eşkiya da, isyancı da, devletin askeri de ihtiyaçlarını
köylüden gidermek zorundaydı. Sonunda, XVII. yüzyılın ilk yıllarında, ‘büyük
kaçgun’ diye isimlendirilen, köylülerin köylerini boşaltıp ücra dağ başlarına
kaçtığı ve Anadolu’nun bir yangın yerine döndüğü, korkunç boyutlarda bir
kıtlığın yaşandığı bir döneme gelindi. 1606-1611 yılları arasında sadrazam olan
Kuyucu Murat Paşa, 1607 - 1608 yıllarında, Anadolu'da sefer düzenleyip bölgeyi
Celalilerden temizleme operasyonları yapmıştır. "Kuyucu" lakabını öldürttüğü
Celali isyancılarını ve onların destekçilerini ölü ve diri derin kuyulara
gömdürmesi nedeni ile almıştır. Yıllarca Anadolu'da öldürttüğü kişilerin
kellelerinden yaptırdığı piramitler bir korku hikayesi olarak anlatıldı. Özellikle
Alevileri hedef alarak, kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden, Celali eşkiyasına
destek verdiğini düşündüğü herkesi öldürtmekte tereddüt etmedi. Bu sefer
sırasında Anadolu'da öldürttüğü kişi sayısının 30.000 kişiyi geçtiği
bildirilmektedir.[14]
XVII. yy başındaki çöküş ile
kentlere ve İstanbul’a gelen nüfusu IV. Murat kendi bölgelerine dönmeye zorladı.
Bu girişimlerin sonucunda da birçok acılar ve olumsuzluklar yaşandı.
1691-1696 arası devletin göçerleri
baskı ile iskana zorlama çabalarını görmekteyiz. Amaç, yağmayı önlemek ve
vergiyi arttırmaktı. Ama bu iş, tedricen ve özendirme yoluyla yapılacağına zor
kullanılarak yapılmaya çalışıldı ve sonuç felaket oldu. Göçerler direndi, açlık
ve eşkiyalık başladı.
Yukarıda sıralanan bütün
örneklerde gördüğümüz ortak yaklaşım, herhangibir sosyal sorun ortaya
çıktığında, bu sorunun kökenini araştırıp soruna yol açan sebepleri ortadan
kaldırarak problemi çözmek yerine zor kullanarak sorunu bastırmak yoluna
gidilmesidir.
Sonuç olarak,
güvenlik, her zaman Osmanlı İmparatorluğu’nda bir sorun olarak geçerliliğini
korumuş, bunun olumsuz etkileri de başta ekonomi olmak üzere her alanda kendini
göstermiştir. Köylüler yol güzergahından kaçıp, daha ücra yerlerde yerleşmeyi yeğlemiştir,
köyde tarım yapmaktansa dağda hayvancılık tercih edilmiştir, ticaret hayatı olumsuz
etkilenmiştir,
Halil İnalcık, Osmanlı’da şehirleşmenin Avrupa’ya
göre daha fazla olduğunu, ancak ancak bunun sebebinin sanayileşme değil,
güvenlik nedeniyle köylerden şehirlere kaçış olduğunu söyler.[15]
Vergi ve soygundan kaçışın bir yolu da eşkiya
olmaktı. Bu durum sorunun giderek büyümesine sebebiyet vermiştir.
Güvenlik
sorununun yanısıra, belki de ondan daha vahim olarak Osmanlı ülkesinde bir de
güven sorunu vardı ki bu da halkın devlete güven duymamasıydı. Bu durmun en
çarpıcı örneğini 1858 yılında ‘Arazi Kanunnamesi’ çıkarıldığında görmekteyiz.
Kanunnamenin esası, miri araziyi toprağı işleyen köylüye mülk olarak vermekti.
Yani, köylü, kiracı olmaktan çıkıp mal sahibi olacaktı. Amaçlanan miri araziyi
özelleştirip işleyene tapu vererek ayanların gücünü ortadan kaldırmak, özelleştirme
yoluyla zirai üretimi teşvik etmek, geliştirmek ve devlet için hepsinden
önemlisi vergi mükelleflerini belirlemekti. Ancak köylü, Osmanlı’ya
güvenmediğinden üzerine tapu almak istemedi. Toprağın tapusunu ayanlar aldı.[17]
EKONOMİK POLİTİKALAR
GENEL BAKIŞ
Tarihçiler genellikle Osmanlı’nın
ekonomi politikalarını fiskalizm ve provizyonizm olarak tanımlama konusunda
birleşiyorlar. Örneğin Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik
zihniyetini fiskalizm olarak isimlendiriyor ve fiskalizmi de Van Klaveren’e atıfta bulunarak, ‘her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı
amaçlarla azamiye çıkarma çabası’ olarak tanımlıyor.[18]
‘Ekonomi dışı amaç’tan kasıt, ekonomik rasyonalitesi olmayan, yani, üretimi
arttırmayı, verimi yükseltmeyi, kar etmeyi düşünmeyen bir yaklaşım olsa gerek.
Peki, ne amaçla hazinesini doldurmak istiyor Osmanlı? Bunun cevabını da şöyle
veriyor Halil İnalcık: ‘Devlet
geleneğinde ekonomi, yanlızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın
iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü.’[19]
Hazinede ne kadar çok para veya külçe halinde altın ve gümüş bulunursa Padişah
o kadar güçlü demekti ve devletin ekonomik faaliyetlerinin de ana amacı buydu.
Klasik Osmanlı, prekapitalist özellikler gösteren bir toplumsal
yapıdır. Geçimliktir; provizyonisttir; fiskalisttir. Yönetimin temel kaygısı
siyasi düzeni ekonomik dengelerle sürekli kılmaktır. Provizyonizm, başta
payitaht olmak üzere kentlerin iaşesine öncelik tanır. Fiskalizm, devlet
varidatını azamileştirerek siyasi yapıya istikrar kazandırır.
Osmanlı, merkentalizme taban tabana zıt bir politika izler.
Merkantalizmde ihracat fazlalığı esas iken provizyonizmde ithalat fazlalığı
gözetilir. Kıt kaynakların yurt dışına çıkışı engellenir. İthalat için her
türlü kolaylık sağlanır. Kapitülasyonların gerisinde de bu tür bir mantık yatar.[20]
Ekonomi ilminin bize öğrettiğine
göre, gelirleri en yüksek düzeye çıkarmak, üretimi arttırmak, verimliliği yükseltmek,
maliyetleri düşürmek gibi yöntemlerle sağlanabilir. Osmanlı’nın bu alanların
hiçbirinde bir çabası olmamıştır. Tarımın ilkel usullerle yapılıyor olmasını,
ulaştırma maliyetlerinin çok yüksek olmasını, bütün bunların sonucu olarak
pazar için üretimin çok az yapılabilmesini hayatın gerçekleri olarak
kabullenmiş ve hazinenin gelirini arttırmada tek yol olarak vergi gelirlerinin
yükseltilmesini benimsemiştir.
Provizyonizm (iaşecilik) ise
ekonomik faaliyete tüketici açısından bakan yaklaşımdır. İhtiyaç maddelerinin
piyasada bulunabilmesini garanti altına almaya çalışır. Osmanlı yöneticisi için
bolluk ve ucuzluk eş anlamlı iki terim olarak görülür. Halbuki yüksek fiyatlar
aktif bir piyasanın göstergesi olabilir, ancak bu tür bir yaklaşıma Osmanlı
kaynaklarında pek rastlamayız.
Osmanlı yöneticilerinin çok değer
verdiği bir başka husus, her şeyin bir defa kabullenmiş geleneklere göre
cereyan etmesidir. ‘Olagelene muhalif’ bir davranışın meşru kabul edilmesi çok
zordur.[21]
Osmanlı’nın temel ekonomik
yaklaşımlarını yukarıdaki gibi belirledikten sonra, ekonominin konusu olan
alanları inceleyelim.
Tarım ve Hayvancılık
Osmanlı İmparatorluğu, başından
sonuna kadar bir tarım ülkesi olmuştur. Devletin toplam gelirlerin çok önemli
bir kısmını köylerden alınan vergiler oluşturmaktaydı. Bu yüzden, toprak düzeni
ve köylerin organizasyonu devlet için büyük önem taşımaktaydı. Yukarıda bölüm A
1 de açıklanmış olan toprağın hukuki statüsünün ve köy organizasyonunun
ekonomiye yansımalarına baktığımızda şunları görmekteyiz:
Tımar sistemi, çok radikal bir
ekonomik tercihi ortaya koymaktadır. Toprağın mülkiyetini devletin elinde tutmak
ve kullanım hakkını küçük parçalar halinde köylüye vermek, büyük toprak
sahiplerinin ve bu yolla oluşabilecek sermaye birikiminin istenmediğinin açık
göstergesidir. Devletin bu tercihi yapmış olmasının iki nedeni olabilir.
Birincisi, aristokrasinin gelişmesine karşı olması, ikincisi, sosyal devlet
olma, halkını ezdirmeme düşüncesi. Büyük ihtimalle bu sebeplerin ikisi birden
geçerlidir. Ancak, yukarıda Bölüm A 3 te, XVII. yüzyılda tımar sistemin
beslediği askerler işlevini yitirince ve acil finansmana ihtiyaç duyunca,
devletin bu iki tercihini de bir tarafa bırakarak iltizam ve malikane sistemine
geçtiğini görmüştük. Ancak yapılan bu sistem değişikliği, devletin
beklentilerine uygun çözümleri ortaya koyamadı. Cebelilerin ağır silahları
kullanmaları söz konusu olamayacağından onların sayısını azaltıp Yeniçerilerin
ve ümeranın (sancak beyleri ve beylerbeyilerin) beslediği askerlerin (sekbanların) sayısı
yükseltildi ama yeniçeriler maaşlı asker olduğundan bunların hazineye getirdiği
yük arttı. Bunun üzerine, maaşı yüksek yeniçerilere tımar vermek, diğerlerinin
de başka kazanç kapıları aramasına göz yummak yoluna gidildi ve bu durum, hem
yeniçeri ocağının hem de tımar kurumunun bozulmasına yol açtı. Diğer taraftan,
İltizam ve malikane sistemi ile devlet vergi gelirini peşin almaktaydı ama bir vergiyi ömür boyu toplamak hakkını
kişilere satarken devletin aldığı para fiili olarak toplanan vergi gelirinin çok
küçük bir yüzdesini oluşturmaktaydı. Bir yabancı kaynağa göre gelir kaybı %80
lere varıyordu.[22]
Devlet, vergi
toplamak için bütün bu yöntemleri geliştiriken, bu işi, bugün tüm devletlerin
yaptığı gibi, doğrudan kendi memurları vasıtasıyla yapmayı niçin düşünmedi? Tımar
sisteminde devletin bir gelir kaybının olmadığı kabul edilebilir ama, iltizam
ve malikane sistemlerinde muazzam kayıplar söz konusudur. Halil İnalcık,
Osmanlı İmparatorluğu’nda Sermaye Birikimi adlı incelemesinde yüksek rütbeli
devlet memurları ve sarraflardan sonra mültezimlerin en büyük servete sahip
olduklarını söyler.[23]
Yine Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi adlı
kitabında, ayanların nasıl ortaya çıktığını incelerken bunların çoğunun
mültezimlik sayesinde servet sahibi olduğunu belirtir.[24]
Vergi toplama işini iltizama vererek veya malikane sistemini kullanarak devlet
parasını peşin almaktadır ama kendi hakkı olan paranın % 80’ini bu aracılara
kaptırmaktadır. Belki daha da kötüsü, en önemli yönetim prensibi olarak
benimsediği merkeziyetçiliğin yıkılmasına kendi eliyle sebep olmaktadır. Bir
başka olumsuzluk olarak ta, eğer gerçekten tebaasına hakkaniyetli davranma
kaygısı taşıyorsa, bunu da bir bir tarafa bırakmaktadır.
Vergilerin devlet memurları tarafından toplanması konusuna
dönecek olursak, II. Mahmut bunu 1831 de tımar sistemini resmen sonlandırdıktan
sonra denedi ama başarılı olamadı. 1839’da bir deneme daha yapıldı. İltizam
usulü resmen feshedildi. Yine olmadı, 1842 de iltizama geri dönüldü. 1856
Gülhane Hatt-ı Hümayunu iltizam sistemini yine kaldırdı ama buda başarılı
olamadı. 1880 de yine kaldırılıp 1886 da yine kondu.[25]
Tabii ki sık sık yapılan sistem değişikliklerinin köylüler için ilave
sıkıntılar yarattığını tahmin etmek zor değil. Doğal olarak aklımıza ‘niçin başarılı olunamadı’ sorusu
geliyor. Osmanlı’nın en önemli güçlü yönlerinden birisi gelişmiş bürokrasi
olduğuna göre, bu konuda bir yetersizlik olmasa gerek diye düşünüyorum. Elimde
bu soruyu cevaplayacak bir referans yok. Akıl yürütme ile bulduğum cevap
‘rüşvet’tir. Herhalde, devlet memurları mültezimlerden de daha fazlasını kendilerine
ayırmış olmalı. İşin ilginç tarafı, Düyun-u Umumiye, vergi tahsilatı için kendi
memurlarını görevlendirmiş ve başarılı olmuştur.[26]
Osmanlının uyguladığı bu sistemlerin ekonominin gelişmesi
üzerindeki etkilerine bakacak olursak gördüğümüz manzara şudur: Anadolu’da genelde
topraklar verimsizdir. %90 nadas usulüyle hububat (arpa, buğday %80) ekilmektedir.
Devletin verimliliği arttırma yönünde
herhangibir çabası, örneğin entansif tarıma geçiş için bir teşviği olmamıştır. Rumeli,
Anadolu’ya kıyasla tarım teknolojisi açısından ileri olduğu görülmektedir.[27]
Bu, görece üstün tekniklerin Anadolu’da da uygulanması için bir çaba bile
yoktur. Reayanın işlettiği küçük çiftliklerde herhengibir gelişmenin
yapılabilmesi zaten söz konusu olamaz çünkü bu ailelerin imkanları kısıtlıdır.
Ancak karınlarını doyuracak kadar üretim yapabilmekte, çoğu kez vergileri borç
alarak ödeyebilmektedirler. Miri toprak düzeninin büyük ölçekte toprağın mülkiyetinin bir elde toplanmasına müsade
etmemesine rağmen, Osmanlı Devleti’nde iki kez büyük çiftliklerin kurulmasına
uygun ortam oluşmuş ama bu gelişmelerden
de tarım ekonomisini canlandıracak sonuçlar ortaya çıkmamıştır. Bunlardan
birincisi, XVI. yüzyıl ikinci yarısında Anadolu’da yaygın olarak ortaya çıkan
çiftbozanlığın sonucunda köylüler tarafından terkedilen toprakların, çoğu
kapıkulları olan bazı zenginlerin elinde toplanması şeklinde gerçekleşti. Bu
şahısların çoğu İstanbul’da oturmaya devam edip topraklarını oradan yönetmeye
çalıştılar. Kaçakçılığı daha kolay olduğu için tarım yerine hayvan beslemeye
yöneldiler. Hayvanları ekili arazilere zarar verdiğinden verimlilik daha da
düştü.[28]
Büyük çiftliklerin kurulması için ikinci fırsat, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda
hem ihracata hem de iç ticareteki gelişmelere bağlı olarak tarımın ticarileşmesi
imkanının doğmasıyla ortaya çıktı. Köylülerin vergilerini ödeyebilmek için sık
sık borçlanmak zorunda kalmaları sayesinde topraklarını ellerinden almak parası
ve nüfuzu olan kişiler için zor değildi. Tasarruf hakkını kaybeden köylü
ortakçı durumuna düşmekte veya köyünü terk etmekteydi. Tipik çiftlikler önce
yerleşimin seyrek olduğu yerlerde kurulmuş ve sonradan yakında oturan
köylülerin tasarruf hakları, şu veya bu şekilde, ellerinden alınmıştır. XIX. yüzyılın
ikinci yarısında iç ve dış talep artışı, aşiretlerin iskan edilmesi sonucu
güvenliğin artması gibi etkenler büyük çiftliklerin oluşumunun önünü açtı.
Müteşebbisler mevat arazileri işlemeye başladı. Yerleşmiş aşiret mensupları
ücretli işçi oldu. XVII. yüzyılda bunları özellikle Rumeli’de, taşımacılık
yapılabilen nehir boylarında ve bugünkü Bulgaristan kıyı şeridinde görmekteyiz.
Bir grup büyük çiftlik te Arap eyaletlerinde ve Güneydoğu’da aşiretlerin
yerleştirilmesi sonucu ortaya çıktı. Bütün bu saydıklarımıza rağmen ticari
tarıma dayanan çiftliklerin yayılışının çok yavaş olduğunu belirtmek gerekir. 1850
den evvel Anadolu’da büyük çiftlik azdır. Bu durumun sebepleri arasında işçi
bulma problemini, hayvancılığa rağbetin hala fazla olmasını, elverişsiz nakliye
koşullarının pazar için üretimin ve ihracatın önünde engel oluşturmasını
sayabiliriz. Ayrıca devlet bu konuda teşvik edici değil, engelleyici olmuştur.
Örneğin, Tanzimat’tan sonra merkezileşme politikasıyla (Rumeli’dekiler değil
ama ) Anadolu’daki çiftlikler istimlak edilmiştir. Bir diğer çarpıcı gerçek te,
tarımda oluşan ranta sahip olabilmek için toprağa sahip olmanın gerekmiyor
olmasıdır. Köylünün pazar için ürettiği malların pazarlamasını köylünün kendisi
değil zaten mültezimler ve ayanlar yapmakta ve bu yolla para kazanmaktadırlar. Bu
yüzden ayanlar genellikle köylünün tasarruf hakkına dokunmayı gerekli
görmemiştir. Aynı dönemde başgösteren köylü isyanlarını ve sürekli gündemde
olan güvenlik sorunununu da caydırıcı sebeplere ilave etmemiz gerekir. Sonuç
olarak XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bir miktar büyük çiftlik kurulmuş ancak
ekonominin genelini etkileyebilecek duruma gelememişlerdir.
XIX. yüzyıla gelindiğinde bile entansif tarıma geçiş
olmamıştır. Üretimdeki artışlar ancak ekilen arazinin genişlemesi sonucudur. Ekilen
toprak alanı, mültecilerin ve göçerlerin yerleşmesiyle artmaktaydı. Aşiretlerin iskanı ve asayişin düzelmesi de üretim
artışında etken olmuştur. Ürünün pazarlanması bu yüzyılda da mültezimler
tarafından yapılmaktadır.
Sanayi
Zenaat erbabı, Batı’daki
burjuvazinin Osmanlı’daki karşılığıdır. Bunlar loncalarda örgütlenmiştir. Zenaatçılıkta başta dokuma ve deri, sonra
maden gelir. Halı kilim sanatı İran’dan Türmenlerle geldi. Dericilik
Türkmenler, maden Rum ve Ermenilerden öğrenildi. Dericilik (debbağlık) deriden
kösele ve sahtiyan yapıp boyama, hayvan mutabiyesi ve ayakkabı imalatı
şeklindeydi.
Dokumacılık, Ege, Isparta, Afyon,
Denizli, Akşehir’de pamuklu; Halep, Şam, Antep’te lüks; İstanbul’da keten;
Bursa’da ipek; İstanbul ve Selanik’te yünlü çuha; Ankara’da tiftik (sof) şeklindeydi.
Dericilik ve dokumacılığa paralel
boyacılık gelişmişti.
Dokumacılık
El sanatları sadece kent ve
kasabalarda değil köylerde de bulunabilmekteydi. XVI. yüzyılın ikinci yarısında
Ankara civarında sof dokuma, Bursa, Denizli ve Isparta’da pamuklu dokuma
yaygındı.
Bursa’ XV. yüzyılda uluslararası
ipek ticaretinin merkezlerinden biri haline gelince, ipekli dokumacılık ta
gelişti. Ham ipek Azerbeycan’dan gelmekteydi. I. Selim, Safevilerle savaşa
girince ham ipek ithalatını yasakladı. Bu dönemde krize giren üretim, I.
Süleyman’ın yasağı kaldırmasıyla tekrar eski canlılığına kavuştu. 1570’li
yıllarda yine İran savaşlarının etkisiyle sorunlar yaşandı. Bu dönemde
Amerika’dan gelen kıymetli madenler sayesinde Avrupa’da yükselen refah düzeyi
ipekli kumaşlara olan talebi de arttırdı. İngiltere’de de ipekli üretimi
başladı. 1580 yılında İran’dan ipek ithal edip Avrupa’da satmak üzere İngiliz
‘Levand Company’ kuruldu. Talep artışı, beraberinde hammadde fiyatlarının
artışını da getirdiğinden, Osmanlı’nın ipekli dokumacılığı zor durumda kaldı. XVI.
yüzyılda İngiliz yünlüleri de piyasaya girmeye başlayınca çöküş daha da
hızlandı.
XVI. yüzyılda Selanikte kurulan
yünlü dokumacılığı da benzer bir gelişme gösterdi. 1492 de İspanya’dan kovulup
Osmanlı Devleti tarafından Selanik’e yerleştirilen Yahudilerin kurduğu bu
sanayi orta kalitede yünlü kumaşlar konusunda uzmanlaştı. Yeniçeriler için
üniforma üretti. Hammadde Balkanlar’dan temin ediliyordu. Aynı dönemde Venedik
yünlü dokumacıları da Balkanlar’dan yün ithal etmekteydi. XVII. yüzyılda
Venedik üretimi geriledi ama onların yerine Felemenk ve İngiliz tüccarların
talepleri başladı ve ham yün fiyatları
arttı. Gerçi Osmanlı Devleti Selanik’te kurulu endüstriye Balkanlardan yün
temininde (ordu için de üretim yaptıkları için olsa gerek) bir öncelik
tanıyordu ama bu önlemler Selanikli dokumacıların girdi fiyatlarının
yükselişini durdurmaya yetmedi. Yün fiyatları yükseldiği halde Balkanlardaki
sürü sahiplerinin artan talebe niçin ayak uyduramadıkları bir soru işaretidir.
Selanikli dokumacıların tek sorunu hammadde fiyatlarının artması değildi. Levand
Company, İran ipeğini Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya götüren gemilerine geri dönüş
yükü olarak XVII. yüzyılda gelişen İngiliz yünlü kumaş dokumacılığının
ürünlerini yükleyip Akdeniz limanlarına indirmekteydi.
Hem tedarikte hem de pazarlamada
karşılaşılan bu rekabet sonucu Osmanlı yünlü ve ipekli dokumacılığı XVII.
yüzyılda zor durumda kaldı. Buna rağmen Bursalı üreticiler, ham ipeği Bursa’da
üreterek, sadece saray için değil, varlıklı ve orta gelirli şehirlilere de
satabilecekleri kumaşlar dokuyarak kentin ipek ekonomisini yeniden
canlandırmayı başardılar.[29]
Sanayide genel olarak XVII.
yüzyılın ikinci yarısında, 1683 yılında başlayan Osmanlı-Habsburg savaşlarına
kadar süren bir canlanma görülmektedir. Bu dönemde, Ayntab (Gaziantep) ve
Tokat’ta da dokumacılık atılımları görmekteyiz.
Genel olarak, XVIII. yüzyılın
sonlarına kadar Avrupa malları rekabetinin Osmanlı mamul madde üretimine köstek
olmadığını söylemek mümkündür. En azından ulaşım zorlukları yerli sanayinin
korunmasında etkili olabilmiştir. İthal malların Osmanlı piyasasına hakim
olması ancak sanayi devriminden sonra meydana gelen bir olaydır.
Osmanlı ekonomisinin göreceli
olarak genişlediği dönem 1760’larda sona ermiş ve yerini uzun süre boyunca
devam eden bir iktisadi bunalıma bırakmıştır.
Savaşların ekonomiyi olumsuz
etkilemesi son derece doğal, ancak bu konuda da Avrupa ile Osmanlı arasında
önemli bir fark var. Avrupalı krallar genellikle savaşları finanse etmek için
çeşitli kaynaklardan kredi alıp savaş bittikten sonra zamana yayılmış olarak bu
krediyi geri ödüyorlar. Osmanlı’daki uygulama ise mal ve emek şeklindeki savaş
gereksiniminin ücretsiz olarak veya piyasa fiyatının çok altında bedelle
halktan karşılanmasıdır. Bu durum ekonomiyi çok daha olumsuz etkilemekte ve
savaştan sonra toparlanma süresinin daha uzun olmasına yol açmaktadır.
Madencilik
Osmanlı’da madenler de devletin
malı sayılmaktadır. Devlet tarafından atanan maaşlı bir ‘emin’ tarafından
işletilir veya açık arttırma yoluyla iltizama verilirdi. Mültezime genellikle
satışta tekel hakkı tanınırdı.
Demirciler tarım aleti ve silah,
bakırcılar kapkacak yapmaktaydı. Demir madeni Bilecik, bakır madeni Küre’de
çıkıyordu. Madenler ihraç ta edilmekteydi. 1550’den sonra Avrupa rekabeti
karşısında madencilik geriledi.
Tersane
Tersaneler genellikle eminler
eliyle işletilirdi. Ancak, günlük işletilmesinde iltizam küçümsenmetecek bir rol
oynamıştır.
Sanayinin çöküş nedenleri:
Yerli üreticiyi korumak amacıyla müdahalede
bulunmak, klasik dönem Osmanlı düşüncesine yer almamaktadır.
Kuruluş döneminde, doğudan sadece lüks kumaş geliyordu.
Bununla rekabet edecek tezgahlar da vardı. Yani, sanayi başlangıçta iyi
konumlanmış durumdaydı. Ancak sonradan, aşağıdaki olumsuzluklar ortaya çıktı:
·
Avrupalı alıcılar hammaddeyi yüksek fiyattan
kapattı.
·
Esnaf loncaları Ortaçağ kurallarına bağlı kaldı.
Lonca sistemi serbest gelişmeyi engelleyici yapıdaydı, Batı’nın uyguladığı yeni
mali yöntemlerden haberdar olmadı.
o
Adam yetiştirmede mamul üretmede ince kurallar
vardı. Müşteri zevkine ve kesesine göre ürün çeşitlendirmek mümkün değildi.
o
Fiyat, maliyet ve harcanan emeğin üzerine %
10-15 civarında bir kar getirecek şekilde kadılar tarafından belirleniyordu.
o
Sermaye küçüktü. Şirketleşme yoktu.
·
Sermaye birikimi mümkün olamadı. Avrupa’da ise
esnaf, krallara borç verebilecek hale geldi.
Kentsel piyasa, sınırlı bir pazar
için, sınırlı miktarda mal üretimine dayanıyordu. Bu işlemi devlet düzenliyor
ve muhtesip denilen çarşı müfettişleri ile denetliyordu. Muhtesip, kadıya bağlıydı.
Malların fiyat ve kalitesi devletin kontrolü altındaydı. ‘Lissez-faire’
anlayışının tam karşıtı bir denetim yaklaşımı söz konusuydu. Devlet, yetersiz
üretim tüketiciyi, aşırı üretim zenaatkarı mağdur eder düşüncesiyle, üretim
miktarlarını, kaliteyi ve fiyatları denetim altında tutmaya çalışıyordu.
Ekonomilerin sürekli genişleyen bir piyasa temelinde gelişmesi ilk defa
İtalya’da gerçekleşti.
Avrupalılar, Osmanlı dokumalarını
önce taklit etti, sonra geçti. Bu alanda devlet müdahalesi yoktu; çünkü sadece
ihtiyaç maddeleri kontrol ediliyordu.[30]
Osmanlı’nın sürekli kıymetli
maden darlığı içinde olduğu göz önünde tutulduğunda, Bosna ve Sırbistan’daki
gümüş madenlerinin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Osmanlı, I. Murad’tan
itibaren bu madenleri kontrole çalıştı. II. Mehmed zamanında denetim sağlandı. Ancak,
teknolojide hiçbir geliştirme yapılmadı. XIII. yüzyılda Sakson göçmenlerin kurduğu
teknoloji kullanılmaya devam edildi. Osmanlı sadece kendi mukataa sistemlerini
bu madenlerin idari örgütlenmesi üzerine yamamakla yetindi.[31]
Büyük kentlerde genişleyen pazarın,
yeni üretim standardlarına talep yaratığı durumlarda dahi devlet gelişmelerin
önünü hep tıkamıştır. Örneğin, XV. yüzyıl sonlarında Bursa’da halktan ucuz
ipekli talebi geldi. Loncalar, yönetmelikleri boş verip ucuz ipekli üretti.
Devlet derhal tepki gösterip, üretim standardını inceden inceye tarif eden
düzenlemeye gitti.[32]
Avrupa Pazar ekonomisi ile Osmanlı sistemi arasındaki en önemli fark işte
budur. Bu fark, Batı’nın ekonomik üstünlüğü ve Doğu sanayilerinin gerilemesinin
altında yatan etkendir.
Devlet İşletmeleri
III. Selim, 1790-1804 arasında,
İstanbul civarında askeri malzemeler üreten fabrikalar kurdu. 1826-30 arası
benzer bir hamle daha yapıldı. Daha sonra Avrupa teknolojisi ile çalışanlar da
getirildi. 1840-50 arası İstanbul’da sanayi parkı kuruldu.
XVIII. yy da da öncelik savaş malzemesi teminiydi. Bunların
üretimi kontrol altında tutuluyordu. İhracat yasaktı. Bu durum, verimlilik
kaybı yaratıyordu. Savaş zamanında ihtiyaç duyulan maddeler üreticiden, Pazar
fiyatının altında, emirle temin ediliyor, üretici zarar ediyordu. Üretime
nezaret eden mültezim ve işçiler dahil herkez yeniliklere kapalıydı.
Savaşla ilgili olmayan devlet
işletmeleri genelde dokumacılık üzerinedir. Fransızlar hep devlet
işletmelerinin kurulmasını engellemek istedi çünkü Osmanlı’ya kumaş ihraç
ediyorlardı.
1870 ten sonra İstanbul’da özel
teşebbüs arttı. Fabrikaların çoğu İstanbul ve Rumeli’de kuruldu çünkü nüfus bu
bölgelerde yoğundu ve ve ulaşım kolaylıkları vardı. Çocuk işçi yaygındır.
1870-1914 arası mensucat, ayakkabı ve diğer malların üretiminde artış oldu.
Aynı dönemde üretim ve ihracatta artış yaşandı. En önemli etken vergilerin
azaltılmasıydı. 1873-96 fiyat buhranı yüzünden zirai ürünlerin getirisinin
azalması da sanayi üretimini arttırdı. Avrupa’da işçilik yüzyılın II. Yarısında
arttı. Osmanlı’da düşük kaldı. Ancak verimlilik artışıyla bu fark
kapatılıyordu.
Ticaret
İç Ticaret
Yerel ticaretin başlıca
dayanağını köy pazarları ve bazı bölgelerde yılda bir veya iki kez kurulan
panayırlar oluşturmaktadır. Köylüler, kendilerinden nakit olarak istenen
vergileri karşılayabilmek için pazarlara mal götürmek zorundaydılar. Bunun
dışında, tımar sahipleri, has mültezimleri ve mütevellilerin pazarlarda tarım
ürünleri sattıkları veya sattırdıkları bilinmektedir. Özellikle haslarda elde
edilen ürün, hemen hemen tamamıyla pazarlara sevk edilmiştir. Kırsal
alanlardaki ticari faaliyet eskiden sanıldığından çok daha önemli olmakla
birlikte, mal dolaşımının kent pazarlarındakinden daha düşük olduğu bir
gerçektir. Çünkü, köylünün alım gücü, kentlininkinden çok aşağı kalmaktadır.[33]
Karadeniz’in kuzey ve güney
kıyılarında canlı bir mal değişimi vardır. Anadolu’dan pamuklu ve softan
yapılmış kumaşlar gitmekte, kuzey limanlarından ise hayvancılık ürünleri
İstanbul’a ve Anadolu’ya gelmekteydi. 1580’li yıllardan itibaren Celali
isyanları iç ticarete ağır bir darbe vurmuştur. Ancak 1650’lerden sonra iç
ticarette yeniden canlanma görülmektedir. XV. ve XVI. yüzyıllarda iç ticarette
Müslüman Osmanlı tüccarların ağırlığı vardır. XVIII. yüzyılın son çeyreğine
kadar bu durum devam etmiş, ancak XIX. yüzyılda tamamen değişmiştir. Denizaşırı
ticaret ise genellikle yabancı tüccarlar tarafından yürütülmüştür.
Dış Ticaret
Osmanlının ilk dönemine tekabül
eden XIV. ve XV. yüzyıllarda dış ticaret akışı kabaca şöyle tanımlamak
mümkündür: Ortadoğu, Doğu’dan, para karşılığı, ipek ve baharat alıp Batı’ya
satmaktaydı, Doğu’ya sattığı birşey yoktu. Batı’dan sanayi ürünü (dokuma)
alıyor, hammadde satıyordu.[34]
Osmanlı’nın Batı’ya sattığı mamul madde yok değildi. XIV. yüzyılda Anadoluda
dokumacılık, madeni eşya ve deri sanayileri gelişmişti.[35]
Bu dönemde Avrupa’ya halı ihracatı yapıldığı bilinmektedir.
Bizans’ın gerileme döneminde
başta Venedikliler ve Cenevizliler olmak üzere İtalyan tüccarlar Doğu Akdeniz
ve Karadeniz’de kurdukları ticaret kolonileriyle bu bölgede hem siyasi hem de
ticari egemenlik oluşturmuş durumdaydı. Bazı tarihçiler İstanbul’un fethinin
Levant – Orta Avrupa ticaretine ölümcül darbe indirdiğini idda eder. Oysa
Osmanlılar bu ticareti canlı bir şekilde sürdürmüştür. Osmanlılar, siyasi
egemenliği kırmak için mücadele ettiler ama ticarete engel olmayıp, kontrol
altına almak ve ondan yararlanmak yolunu seçtiler.[36]
Örneğin, Cenova devlet olarak çekildikten sonra bile Ceneviz tüccarları Sakız
adasını ellerinde tutmaya devam ettiler.
Osmanlı, uluslararası güç
dengelerini, ticari çıkarlarını gözetecek şekilde kontrol altında tutmaya büyük
özen göstermiştir. Venediklilerin Doğu Akdeniz’deki üslerini ele geçirmelerine
rağmen Venedikli tüccarlar XVI. yüzyıl boyunca Doğu Akdeniz’de ticaret yapmaya
devam etti. Çünkü XVI. yüzyıl İtalya’sında İspanya hakim politik güç oldunca,
Venedik ve Osmanlı arasında bir çıkar birliği doğmuş oldu. Osmanlı, Avrupa
ticaretini sürdürmekte Venediklilerden yararlandı, Venedikliler de, ortak
düşmanlarına karşı Osmanlı korumasına sığındılar. 1570 Kıbrıs savaşından sonra
bile Venedik, 1573 yılında müttefiklerini terkedip Osmanlılarla tekrar ticari
ilişkiler kurdu. Venedik’e karşı Dubrovnik ve Ancona’yı desteklenmesi,
Osmanlı’ya haraç ödeyen bu iki küçük şehir devletinin, Batı’ya açılan pencere
gibi tutulması[37] Osmanlı’nın
bu akılcı yaklaşımlarına verilebilecek örnekler arasındadır.
Daha sonra Osmanlı Devleti, Venedik
ve müttefiki Habsburglarla mücadeleye girişince, Venediklilere vermiş olduğu ayrıcalıkları Fransa, İngiltere ve Hollanda’ya
da tanıdı.
Merkantalist yayılma peşinde
koşan her Avrupa ülkesi sultandan ekonomik ayrıcalık koparmaya çalıştı. Batı,
yeni kurulmakta olan ipekli ve pamuklu dokuma sanayileri için, en azından
başlangıçta, Osmanlıdan yada Osmanlı üzerinden sağlanan hammadde kaynaklarına
muhtaçtı. Batıda ilk tutunan imtiyazlı şirketler Levant kumpanyalarıdır. XVI.
yüzyılın sonuna yaklaşırken Osmanlı İmparatorluğunda İngiliz tüccarların
faaliyetleri giderek önem kazanmaya başladı. Levant Company çatısı altında
faaliyet gösteriyor olmaları sayesinde kurumsal güce sahip olmuşlar ve kendi
içlerinde rekabetten kaçınabilmişlerdir.[38]
Portekizlilerin Ümit Burnu’nu
dolaşarak Hindistan’a ulaşması önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı, bu bölgede
Portekiz’le süreklilik arzeden bir rekabete girişti. Yemen, önemli bir
stratejik konumdaydı. 1539’da Yemen’de bir beylerbeylik kuruldu. Portekizliler
okyanus üzerinden baharat ticaretinde tekel oluşturmak için çok çalıştılar ama,
Arabistan ve Basra üzerinden yapılan ticarete engel olamadılar. XVI. yüzyıl
ortalarında yeni bir denge oluştu. Avrupa piyasalarına Mısır üzerinden
Venediklilerin getirdiği baharat, okyanus üzerinden Porkekizlilerin getirdiği
ile rekabet etmekteydi. Kahire’den başka ikinci önemli ticaret merkezi de Basra
ve İran üzerinden gelen kervanların son durağı olan Halep’ti. Halep’in
limanları ise Trablusşam ve İskenderun’du. İran’dan ve Suriye’den gelen ham
ipek bu yolla Avrupa’ya ulaşmaktaydı. Ayrıca bu bölgede canlı bir yerli
dokumacılık ta mevcuttu. Avrupa’dan ise yünlü kumaşlar gelmekteydi. XVI.
yüzyılın Basra’sı da dokuma ticaretinin canlı bir merkezidir. İleriki dönemde
Hint kumaşları bu bölgenin ticaretinde büyük önem kazanmıştır.
Dönemin en önemli gıda maddesi
olan buğdayın durumuna da burada bir göz atmakta yarar var. Osmanlı Devleti
iaşeci politikası doğrultusunda genellikle buğday ihracatını yasaklama yoluna
gitmiştir. Ancak, Avrupa’da buğday fiyatı yüksek olduğundan kaçak yollarla
buğdayın yurt dışına çıkmasına engel olamamıştır. Tarihçiler genellikle buğday
kaçakçılığını, iç pazarda kıtlığa sebep olması dolayısıyla, Osmanlı ekonomisi
için bir felaket olarak değerlendirirler. Bu tür bir değerlendirme yapılırken,
malını kaçak veya yasal yoldan daha yüksek fiyatla satan üreticinin, eline
geçen parayla üretimini arttırmak için hiçbir imkana sahip olmadığı
varsayılmaktadır. Bu varsayım ne kadar doğrudur? Eğer doğru ise, bu kısırlığa
yol açan etkenler nelerdir? Bence sorulması gereken kritik sorular bunlardır.
Bu konuyu, sonuç bölümünde tekrar irdelemeye çalışacağım.
Batı, başlangıçta, yeni kurulan
dokuma endüstrisi için Osmanlı hammaddesine muhtaçtı. XVI. yy’da Osmanlı, dünya
ticaretinde belirleyici rol oynuyordu.[39]
İtalyan tüccarlar, bankacılık, kredi, ticari mektup, kağıt para, şirketleşme
gibi araçları kullanmaya başlamıştı. Diğer Avrupalılar İtalyanları takip etti.
Kuzey Denizi ve Baltık Denizi ikinci Akdeniz oldu. XIV. yy da dokumacılık
Fransa ve İngiltere’ye geçti. Milli iktisat politikaları doğdu. Merkantalizm
ortaya çıktı. Atlantik limanları Akdeniz’in önüne geçti. İşadamları, verdikleri
güven sayesinde sermeye celbedip işlerini büyüttüler. Rönesans, dünya nimetlerinden
faydalanma tutkusu yarattı. Ekonomi canlandı. XV. yy sonu para darlığı ortaya
çıktı. Fiyatlar düştü. 1493-1520 arası Amerika’dan gelen kıymetli madenler
fazlalık yarattı. Bu durum, enflasyona ve dış alımın yükselmesine sebep oldu.
Avrupa, hammadde alıp mamul satmaya başladı.
1492’de İspanya’dan 1497’de
Portekiz’den 1510-11’de İtalya’dan kovulan Yahudileri Osmanlı kabul etti ve
başta Selanik ve Avlonya olmak üzere kendi topraklarına yerleştirdi. Bunlar
denizaşırı ticaretle uğraşmaya başladılar. Avlonya Venedik’e rakip deniz
ticaret üssü olarak düşünüldü. 1570-73 Venedik savaşı sırasında ticaret
bağımsız Dubrovnik’e kaydı. 1590’da
Split serbest liman kabul edildi. Osmanlı yahudileri buraya yerleştirdi ve
burası Osmanlı Venedik ticaretinin merkezi oldu.
XVI. ve XVII. yüzyıllarda Avrupa’daki
merkantilist yaklaşımlar çerçevesinde Avrupa devletleri tüccarlarına her türlü
desteği verirken Osmanlı’da böyle bir yaklaşım söz konusu olmamıştır.
Yöneticiler ticarete karşı
destekleyiciydi, tüccarlar mültezimlik yapıp devlete borçlu duruma düşmedikçe servetlerini
miras bırakabilmekteydiler. Buna rağmen, büyük tüccarların bile serveti
sancakbeyi gibi orta kademe yönetici ile yarışamazdı. Spekülatörlük yapan ve fahiş
faiz alanlara ise yöneticilerden düşmanca tutum vardı. Bu tür kimselere, İstanbul’a
celeplik yapmak, Hicaz kervanlarına deve temini gibi cezalar verilmekteydi.
XVIII. yy da Osmalı’da ithalat
tırmandı, imalat tökezledi. Bunun en önemli sebebi güvensizliğin artmasıydı.
XIX. yüzyıl, hem siyasette hem de ekonomide radikal
reformların gündeme geldiğini, Osmanlı ekonomisinin dünyaya entegre olma
çabalarını görmekteyiz. Genelde ekonomini liberalleşmesi yönünde adımlar
atılmış ama bir taraftan da himayecilerle serbest ticaretçilerin çatışması
yaşanmıştır.
Para ve Bankacılık
Osmanlı 1327’ye
kadar II. Mesut adına 1327’de Orhan Bey adına sikke kestirdi. O dönemdeki diğer
ülkelerde olduğu gibi Osmanlı’da da paranın değeri itibari değil, gerçektir.
Orhan Gazi
döneminden XVII. yüzyıla kadar gümüşten darbedilen bir para olan akçe, Osmanlı
İmparatorluğu’nda geçerli olan esas para birimini oluşturmaktadır.
Yeni akçe
kesimi devlet tarafından bir gelir kalemi olarak düşünülmüş ve bu işleme sıksık
başvurulmuştur. Yeni akçe kesilirken eskisi alınır ve aynı sayıda yenisi verilirdi.
Yeni akçe %10-25 oranında daha az gümüşten yapılır, böylece aynı miktarda
gümüşten daha fazla akçe basılarak devlete gelir sağlanmış olurdu. Tabii ki bu
işlemin sonucu olarak akçenin alım gücü düşerdi ama, piyasada çoğu malın fiyatı
devlet tarafından narh konularak belirlendiğinden ve yine birçok mal tekel
konusu olduğundan enflasyonun etkilerinin görülmesi zaman alır, bu da devlete
bir miktar avantaj sağlardı. Gümüş ve tedavülden kalkmış eski akçe bulundurmak
yasaktı. Yakalanırsa dirhemine (3,2gr) iki akçe verilerek el konurdu. Kıymetli
maden darlığı yüzünden yabancı para bulundurmak ve kullanmak yasak
edilmemiştir. Kalpazanlığın cezası ise idamdı.
Ufak para olarak bakırdan
kesilmiş pul (füls, mangır) kullanılırdı. Bu para, pulcular tarafından kendi iltizam
bölgelerinde esnafa bozdurulurdu. Pul ise, akçenin tersine, itibari değerdeydi.
[40]
1477-8 de altın sikke (Sultani)
basıldı. Venedik Duka’sına rakip olarak düşünüldü ve itibarını korumak için XVII.
yy sonuna kadar ayarı ve ağırlığı değiştirilmedi.
Altın çok az miktarda
Balkanlardan çıkarıldı. Esas Mısır ve Sudan’dan gelmekteydi.
Osmanlı, yeni fethedilen yerlerin
parasının tedavülüne müdahale etmedi. Bunun en önemli sebebi, kıymetli maden
darlığı yüzünden yeterli miktarda para basılamamasıdır.
XVI. yüzyılda Batı ticareti
fazla, Doğu ticareti açık veriyordu. Amerika’dan gelen gümüş, Osmanlı üzerinden
Doğu’ya akıyordu.
Amerika’dan kıymetli maden akışı XVI. yüzyılda enflasyona
sebep oldu. Nüfus artışının da etkisiyle
tarımsal ürünlerin fiyatı mamul mallardan hızlı
arttı. Fiyat artışından Osmanlı maliyesi olumsuz etkilendi, çünkü devlet
gelirleri akçe üzerindendi. 1585 yılında yapılan büyük tağşişte paranın değeri %44
oranında düşürüldü. Akçede devalüasyon siyasal sonuçlar doğurdu. 1589 da
ücretlerinin yeni mağşuş akçe ile ödeneceğini öğrenen yeniçeriler ayaklanıp baş
defterdar ile bazı devlet erkanının idamını talep ettiler ve istediklerini
yaptırdılar. Askeri isyanlar sıklaştı.
XVII. yüzyıl boyunca birçok
tağşiş gerçekleşti. İstikrarsızlık arttı. Paraya olan güven azaldı. Amerika’dan
gümüş gelmesine rağmen Osmanlı’da gümüş darlığı sürmekteydi. Bazı gümüş
madenlerinin kapanmış olması bunun sebebi olabilir. Yabancı sikkeler
kullanılmaya başlandı. Avrupa’da basılan sahte paraları halk bile bile kabul
etti.
XIX. yüzyılda paranın değer kaybı
giderek hızlandı. II. Mahmut döneminde altın para 35 kez, gümüş para 37 kez
değişikliğe uğradı. 1844 te gerçekleştirilen para reformuyla (tashih-i ayar)
Fransa tipi ‘bimetalizm’ (hem altın hem gümüş para sistemi) benimsendi.
Mecidiye ve kuruş para birimleri olarak kabul edildi.
Yeniçeriliğin kaldırılışı, Yunan
isyanı, ve Rusya savaşı, Mısır sorunu devlete büyük mali yük getirdi.
Tanzimat’la birlikte parasal sıkıntı had safhaya ulaştı. Artık paranın ayarı
ile oynamak ta devlete bir fayda sağlamaz olmuştu çünkü, piyasa göstergelerinin
dışlandığı, fiyatların devlet tekelleri (yed-i vahit) ve narhlarla belirlendiği
ortam geçmişte kalmış, dış ticaret hacminin de artması sonucu paranın
veznindeki değişim günü gününe fiyatlara yansır hale gelmişti. Bu durumda
çözüm, ya dışarıya borçlanmak ya da uzun zamandır Batı’nın uygulamakta olduğu
gibi, kağıt para basmaktı. Ancak bu ikinci seçenek, Osmanlı için çok zor bir
yoldu; çünkü, kağıt para sisteminin yürümesi halkın devlete güven duymasına
bağlıydı. Osmanlı halkının devletine güveni ise yok denecek kadar azdı. Buna
rağmen, 1840 yılında ilk kağıt para (kaime) basıldı. Aslında kaime para
olmaktan çok tahvildi. Yıllık %8 faiz getirisi vardı. İlk defa faizsiz kaime,
yani gerçek anlamıyla banknot 1850 yılında basıldı. Ama sonunda halkın korktuğu
başına geldi. Devlet başı sıkıştıkça kaime bastığı için Osmanlı para sistemi
altüst oldu, 1844 yılında yapılan para reformunun da anlamı kalmadı. Sonunda
devlet, kaimeleri piyasadan toplayıp imha etmeye karar verdi. Bunu finanse
edebilmek için halktan ‘iane-i umumiye’ adı altında yardım toplandı. Bir miktar
kaime toplanıp darphanede yakıldı ama Cidde’de karışıklıklar çıkınca devlet,
paranın kalanını oraya harcadı. Ardından Kırım savaşı patlak verince, kaimeleri
geri toplamak şöyle dursun, yeniden kaime basıldı. Savaştan sonra da kaimeleri
piyasadan çekmek için yardım toplama, sonra sıkışıp yardım parasını başka yere
harcama olayları tekrarlandı. Sonunda bu iş, Fransız sermayesi ile kurulmuş
olan Osmanlı Bankası’na 1863 yılında havale edildi, karşılığında bu bankaya
devlet bankası ayrıcalığı ve banknot çıkarma hakkı verildi. Daha sonra Osmanlı
Devleti dara düştükçe, 1876 ve 1914 tarihlerinde yine banknot basmak zorunda
kaldı ve bu girişimler de benzer şekilde hüsranla sonuçlandı.
Kırım savaşı sırasında ilk dış borçlanma
yapıldı. 20 yılda borç çok arttı. 1873 krizinde Avrupa borç vermeyi durdurunca
moratoryum ilan edildi. 1881 Düyun-u Umumiye kurulmak zorunda kalındı.
Faizcilik
Makul faiz (% 10 – 20) toplumda
kabul görmekteydi. Murabahacılık yaygındı ve günah sayılmıyordu. Ebussuud
Efendi’nin bu konuda lehte fetvası vardır.[41]
Toplum tarafından hoş görülmeyen, fahiş faizcilikti. Fahiş faiz alanlara
‘ribahor’ denirdi.
XVI. yy dan sonra kadı önünde
yapılan senetlerde, parayı veren sanki bir de kumaş satmış gibi gösterilerek, faiz
yerine ‘çuha bedeli’ dendi. %20-50’ye varan oranlarda faiz uygulaması mevcuttu.
Resmi faiz diye bir oran söz konusuydu. Buna, ‘Şer-i fayda’ denilirdi ve %10-15
arasındaydı (onu onbir). Ancak, resmi faiz sadece vakıf parasının
işletilmesinde uygulanmaktaydı. Sonraları, vakıflar bile ‘çuha parası’ adı
altında daha yüksek faizler almaya başladı. Para verme işlemi 2 ay önce
yapılmış gibi gösterilip vadeden kısma yolu da uygulanabilmekteydi.[42]
Vakıfların dışında kurumsal para sağlayıcı yoktu.
Büyük miktarda ticari kredi almak ta mümkün değildi. Böyle bir ihtiyacı olanlar
genellikle çok sayıda kişi ve kuruma başvurmak zorunda kalmışlardır.
Ulaşım
XVI. yüzyıl Anadolu’suna baktığımızda ilginç bir durumla
karşılaşıyoruz. Su üzerinden yapılan ulaşımın daha ucuz olması dolayısıyla kıyı
kentlerinin, iç bölgelerdekine kıyasla daha yüksek gelişme potansiyeline sahip
olması beklenirken Anadolu’daki gelişmiş kentlerin daha çok denizden uzak
yerlerde konumlandığını görmekteyiz. Bu durumun sebebi, Suraiya Faroqhi’ye
göre, İstanbul’un gereksinmeleridir. Merkezi
hükümet ağırlığını koyduğu sürece denize yakın olan verimli ovalardan
İstanbul’un iaşesi (emir-komuta ekonomisi yöntemleriyle) sağlanmakta ve bu nedenle denize yakın bölgelerdeki kentler
genellikle büyüyememektedir. Öte yandan İç Anadolu’da yetiştirilen tahıllar,
ulaşım giderlerinin yüksek olmasından İstanbul’a yollananamamakta ve ancak
savaş zamanında ordular için üretildiği bölgelerden sağlanmaktadır. Savaş
dönemi dışında ise iç bölgelerdeki kentlerin büyüme imkanı bulunmaktadır.[43]
Yani, Anadolu’nun kıyı kentleri, deniz ulaşımının avantajlarına rağmen,
İstanbul’un sömürüsü yüzünden, iç bölgelerdeki kentler kadar bile
gelişememişlerdir. Bu olgu, Osmanlı yönetiminin önceliklerinin neler olduğunu
açıkça ortaya koyan örneklerden biridir.
Osmanlı deniz taşımacılığının çok büyük bir bölümü
İstanbul’un iaşesi için çalışmaktadır. Bunun dışında kalan deniz trafiğinin en
önemlisi Karadeniz’dedir ve genellikle Müslüman kaptanlar tarafından
yapılmaktadır.
Kara ulaşımında ise genellikle deve ve katır kullanılmıştır.
Tımar sistemi içinde yolların bakımı yapılıyordu. Tımar sistemi ortadan
kalkınca yollar bakımsız kaldı. Tekerlekli taşıt kullanımı gecikti.
Selçuklular gibi, Osmanlılar da ulaşım yolları üzerinde
hanlar inşa etmiştir. Osmanlı hanları, Selçuklularınki gibi sanat değerine
sahip yapılar değildir. İşlevselliği ön planda tutularak yapılmışlardır. İkinci
derecede önemi olan yollarda ise yolcular zaviyelerde konaklayabilmektedir. Bu
hizmet karşılığında çoğu zaviyelere belirli vergilerden muafiyet tanınmıştır.[44]
XVIII. yy sonunda buharlı makinanın icadıyla nakliye
kolaylaştı. Bunun Osmanlı tarım ve zanaati üzerinde etkisi olumsuz oldu.
1850’ye gelindiğinde Osmanlı’da hiç demiryolu yoktu. 1854’te
Tanzimat Meclisi’nin bir takririnde demiryollarının öneminden söz edildi. Ama
sanayinin bahsi geçmedi.[45]
Demiryolu işi ekonomiye canlılık, yönetime etkinlik getirdi
ama sanayiye fazla faydası olmadı. Demiryolu güzergahında ekonomiden çok askeri
mülahaza ön planda oldu.
Osmanlı topraklarında demiryolunun tarihi, 1851 yılında 211 km’lik
Kahire-İskenderiye Demiryolu hattının imtiyazının verilmesiyle, bugünkü
milli sınırlar içindeki demiryollarının tarihi ise 1856 yılında 130 km’lik
İzmir-Aydın Demiryolu hattının imtiyazının verilmesiyle başlar.
Osmanlı Döneminde yapılan 4.136 km’lik bölümü bugünkü milli
sınırlarımız içerisinde kaldı. Bu hatların 2.404 kilometresi ise yabancı
şirketler, 1.377 kilometresi de devlet eliyle işletilmekteydi.[46]
İşgücü
Bütün sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi Osmanlı
toplumunda da ücretle çalışanlar, faal nüfusun sadece küçük bir bölümünü
oluşturmaktadır. Köylü işletmeleri, ailenin sağladığı işgücü ile idare
edilmekteydi. XVI. yüzyılda İstanbul veya Edirne yakınlarında bulunan devamlı
çiftliklerin işgücünü üç-beş köle oluşturmaktaydı. Hasat zamanında ise buna
genellikle Arnavud dağlarından gelen geçici işçileri de eklememiz
gerekmektedir. Savaş esirlerinin özellikle İstanbul çevresinde daha büyük
gruplar halinde çalıştırıldığını bilmekteyiz. Orta Anadolu’nun bazı yerlerinde
ve İstanbul bölgesinde XV. ve XVI. yüzyıllarda rastlanan ortakçı kulların esir
kökenli oldukları varsayılmaktadır. Normal köylülerden ağır vergiler ödeyen ve
evlenmelerinde de türlü sınırlamalara tabi tutulan ortakçı kullar, XVI.
yüzyılda giderek bu statüden kurtulabilmişler ve reayadan sayılmışlardır.
Osmanlı idaresindeki pirinç tarlalarında çalıştırılan çeltikçiler de bu
kategoridedir.
Esnaf atelyelerinde çalışan çıraklara genelde ücret
ödenmezdi. Çıraklık dönemi bazen uzun sürdüğünden çırakları da ücretsiz işgücü
olarak hesaba katmak gerekir. Tabii ki ücretli işçi çalıştıran işyerleri de
vardır. Bursa ipekçiliğinde XV. ve XVI. yüzyıllarda köle emeği yaygın olarak
kullanılmıştır. Belirli bir miktarda kumaş dokuyan kölenin azad edilmesi yaygın
bir uygulamadır. Tarımda ve sanayide örneklerini vermiş olduğumuz köle
emeğinden yararlanma uygulamalarına rağmen bunların fazla yaygın olmadığını, kölelerden
genellikle ev hizmenlerinde yararlanıldığını söylemek mümkündür. Ayrıca,
Osmanlı köle sahipleri, köle ve cariye anababalardan köle yetiştirme yoluna da
gitmemişlerdir.
Devlete ait işlerde piyasa raicinin çok altında ücretlerle
köylü ve esnafın çalıştırılması, acemi oğlanların ücretsiz olarak
çalıştırılması da yaygın uygulamalardır.[47]
Sermaye Birikimi
Osmanlı İmparatorluğu’nda, büyük şehirlerde istisnai olarak
geniş pazara ve başka ülkelere hizmet eden üretim görüyoruz. Yani, istisnalar
dışında, üretimingenel özelliği, yerel ve sınırlı olmasıdır.
‘Hisba’, vurgunculuk ve hileye karşı toplum yararının
korunmasını hedefleyen şeriat kuralıdır. İslam devletini görevi makul fiyatı
belirleyip uygulanmasını sağlamaktır. Buna ‘narh’ denir. Kar, %10-15 arası
tutulmaya çalışılır.[48]
Hisba, bölgelerarası ticarette uygulanmaz. Ancak ‘riba’ (muamelede meşru
miktardan tecavüz) üzerinde her hal-ü karda kontrola tabidir. Bütün bunların
sonucunda, büyük servet birikimi olanaksız hale gelmiştir. Kıymetli maden darlığı
yüzünden nakit servet birikimi de hoş karşılanmıyordu. Kur’an’ın IX, 34.-35.
ayetlerine dayanarak Biruni (XI. yy), ‘altın ve gümüş parayı tedavülden
alıkoymak toplum suçudur’ demiştir.[49]
Ücretlerin sabit kalması için de lonca içinde uygulanan sistem vardır. Köle
emeği yaygındır. Mutakaba anlaşması ile belli işi yapanlar azad edilebiliyordu.
Köle bedeli: 30-120 duca arasındaydı.[50]
Osmanlı İmparatorluğu’nda
zenginlik sıralamasına baktığımızda en büyük servetin saraydaki yüksek rütbeli
memurlarda olduğunu görüyoruz. Bunların has ve zeamet şeklinde toprakları
vardı. Aslında devlet ricalinin ticaret işine girmesi doğru bulunmuyordu. XIV.
yüzyıl İslam bilginlerinden İbn-i Haldun’un siyasetnamesinde bunun sakıncaların
üzerinde durulmuş ama bu kural pek işlememiştir. Devlet ricali, işlettikleri topraklarda veya
kurdukları vakıfların arazilerinde yetişen hububatla, yurtiçi, yurtdışı fiyat
farkından yararlanıp servet yapabiliyorlardı. Yani, tebaalarına yasak ettikleri
hububat ihracatını kendileri yapıp para kazanıyorlardı.
Yüksek memurlar zengin olabiliyordu ama müsadere korkusuyla
servetlerini vakfa dönüştürüyorlardı. Finasmandan öncelikle aile faydalanıyordu.
Vakıflar ekonomik canlılık sağlıyordu ama üretici değil tüketiciydiler. Gerçek
kapitalist kurum olamaları yapıları itibarıyla mümkün değildi.
Zenginlik
sıralamasının sonraki basamaklarında sırasıyla Sarraflar, tüccarlar,
arazi sahipleri, faizci ve rantiye yer alıyordu.[51] Görüldüğü gibi, zenaatkarlar
(yani, ileride sanayici olma potansiyelini taşıyan küçük üreticiler) sıralamaya
bile girememiş durumdaydı. Bunun nedenlerine daha sonra değineceğiz.
Sarraflar, kıymetli maden ticareti, borç verme, mültezimlik
veya mültezimlere finansörlük yapmaktaydı. Tüccarların içinde ancak uzak mesafelerle ticaret
yapanlar ve İstanbul’a zahire getireler kayda değer paralar kazanabiliyordu.
Zenaatkarlar,
lonca adı verilen meslek kuruluşları etrafında örgütlenmişlerdi. Loncalarda
rekabet kavramı ve kar odaklı olmak hoş görülmemekteydi. Gazali’nin prensipleri
doğrultusunda, yaşamını sürdürmekten fazla paranın peşinde koşmak ahlaksızlıktı.
Zengin olan lonca mensubu kovuluyordu. El emeği ve alın teri kutsaldı. Rekabeti
önlemek adına, loncanın ihtiyacı olan hammadde bir araya getirilir ve her üyeye
şeffaf bir şekilde paylaştırılırdı. Üretilen ürün lonca adına satılırdı. Ürün
çeşitlendirme ve kalite farklılaştırmaya müsade edilmezdi. Spekülatif
hareketler yapan tüccarlar düşman kabul edilirdi. Bezirgan, Madrabaz sözcükleri
küfür yerine kullanılırdı. Lonca-Tüccar çatışmasında devlet loncanın yanındaydı.[52]
Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik yapısı geleneksel
Ortadoğu devletlerinin tipik örneğidir. Üretim ve dağıtım üzerinde yakın
kontrol uygulanmıştır. Sanayi üretimi lonca sistemine bağlıdır. Hiçbir zaman
Avrupa’nın Merkantalist sistemine gidiş görülmedi. En zengin lonca mensubu bile
yüksek ölçekte bir üretici olamadı. Dış pazarlara açılamadı.
Devlet, kıymetli maden ihtiyacını ithalatı teşvik edip
ihracatı yasaklayarak sağlamaya çalıştı. Başarılı olamadı.
Lonca sistemi XIX. yy a kadar yaşadı.
Sermaye birikim potasiyeli olan tek iş, bölgelerarası
ticaret ve faizcilikti.
Yüksek memurlar zengin olabiliyordu ama müsadere tehtidi ile
servetlerini vakfa dönüştürüyorlardı. Vakıflar ekonomik canlılık sağlıyor ama
üretici değil tüketici olmaları nedeniyle gerçek kapitalist kurum olamadılar.
En büyük servet sahipleri memurlar ve sarraflar (kıymetli
maden ticareti, borç verme, mültezimlik)
Osmanlı’da vakıfların dışında bir tüzel kişilik yoktur.
Dini temelli veraset sistemi, nesillerce süren ortaklıklar
ve firmalar için uygun değildi.
Kredi sistemleri ilkeldi ve faizler fahişti. Buna karşılık,
köylü de, esnaf ta kredisiz yaşayamadığı için sürekli uygun olmayan koşullarda
borç para almak zorundaydı. Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına kadar para
darlığıproblemi hiç değişmeden varlığını sürdürdü. 1584’te Avrupa gümüşü
Osmanlı pazarına girdiğinde bile darlık devam etti.
Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Avrupa’daki tüccar
ve sanayicilerin gerçekleştirdikleri ile kıyaslanabilecek bir sermaye birikimi
gerçekleşmedi. Bunun sebeplerini, yukarıdaki bilgilere dayanarak, şöyle
sıralayabiliriz:
·
Lonca örgütlenmesinin kendi içindeki kurallar
·
Devletin merkeziyetçilik anlayışının sonucu olan
engellemeler
·
Hem devlete (müsadere tehdidi) hem de ortama
(asayiş zaafiyeti, istikrarsızlık) güvensizlik yüzünden, sermeye sahiplerinin
uzun vadeli yatırımlara yönelmekte isteksiz olmaları
·
İslami ticaret örgütlenmesinde vakıftan başka
tüzel kişilik anlayışının bulunmaması
·
İslami veraset sisteminin uzun ömürlü şirketler
için engel teşkil etmesi
·
Kredi mekanizmalarının kurumsallaşamaması
GENEL
DEĞERLENDİRME
Osmanlı’nın ekonomi anlayışı
ne kadar toplumcudur?
Batıda, XVI. yüzyıldan itibaren
Merkantilist ekonomi anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Sanayi devrimine kadar
süren bu dönem içerisinde ticaret ön plana çıkmış, ticaretteki artış, tarımdaki
‘geçimlik üretim’ yerine ‘pazar için üretim’ anlayışının ortaya çıkmasına sebep
olmuş, ev tezgahları şeklinde sanayi kapitalizminin ilk adımları atılmaya
başlanmıştır. Bu dönem aynı zamanda keşifler çağıdır. Keşfedilen ülkelerle
yapılan sömürge ticareti ve bu ülkelerden gelen kıymetli madenler sermeye
birikimin yolunu açmıştır. Dünya ölçeğinde yapılan ticaret, ülkeler arasında
çıkar çatışmalarına neden olunca devletler kendi tüccarlarının çıkarlarını
korumaya çalışmış ve dış ticarette tekelci zihniyet ortaya çıkmıştır.
Bu gelişmeler dini yaklaşımlara
da yansımış, XVI. yüzyılda ortaya çıkan Kalvinizm, ticaret faaliyetini kutsal
sayarak yüceltmiş ve zenginlik peşinde koşmayı yüce bir amaç haline
getirmiştir.
Bu dönemde Batı’nın emek
üzerindeki politikası korkunçtur. Çalışanların ücretlerini yükseltmenin onları
tembelliğe iteceği kabul edilir. Ücretlerin mümkün olduğunca düşük, buna
karşılık erzak fiyatlarının yüksek olmasına çalışılmış, bu şekilde insanların açlık
sınırında tutulması ve çalışmak için bu şekilde motive edilmenesi yoluna
gidilmiştir. İşçi çocukları okula gönderilmemiş, erken yaşta çalışmaya
başlatılarak çocuk emeğinden de bol miktarda yararlanılmıştır.
Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’na
baktığımızda ise bambaşka bir manzara görüyoruz.
·
Batı’lı ülkeler Merkantilist anlayış
doğrultusunda ekonomide korumacılık yapıp, dış satımı destekleyip dış alımı
sınırlandırırken, Osmanlı bunun tam tersini yapmakta, iaşeci anlayışla, dış
alımı, ülkede bolluğu arttırıcı etken kabul edip tamamen serbest bırakmakta,
dış satıma ise daima kötü gözle bakmaktadır. Dışsatımda gümrük vergisi her
zaman dış alımdan daha yüksek olmuş, zaman zaman da bazı malların, özellikle
hububatın dış satımı, kıtlık olabilir düşüncesiyle, yasaklanmıştır.
·
Batı’lı
ülkelerde erzak fiyatları, ‘halk karnını kolay doyurup tembelleşmesin’
düşüncesiyle mümkün olduğunca yüksek tutulmaya çalışılırken, Osmanlı,
fiyatların yükselmemesi için devlet müdahaleciliği yoluna gitmiş ve ‘narh’
uygulaması yapmıştır.
·
Batılı devletler sermaye birikiminin önündeki
engelleri kaldırıp, sermaye birikimini sonuna kadar teşvik ederken, Osmanlı,
sermaye birikimine pek sıcak bakmamıştır. Batılı devletlerin bu konudaki
yaklaşımına verilecek en çarpıcı örnek, İngiltere’deki meşhur ‘çitleme
hareketi’dir. İngiltere yününe olan talebin artması üzerine, büyük toprak
sahipleri kamu arazilerini kapatıp
etrafını çitle çevirmeye başlamışlar, devlet te bu arazileri, koyun beslemeye
yönelik olmak kaydıyla, büyük toprak sakiplerine tahsis etmiştir. Osmanlı’nın
sermaye birikimi ile ilgili politikalarına bölüm B.7 de yer verilmiştir.
·
Batılılar, ekonomik gelişmenin ve dünyevi servet
sahibi olmanın dini altyapısını Kalvenizm ile gerçekleştirmişler, diğer
mezhepler de bu gelişmelerden etkilenmiş, böylece, zenginlik peşinde koşmanın
da kendini ibadete adamak kadar kutsal olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır. Osmanlı’da
ise, İslamiyet’in ticari faaliyete olumlu bakmasına rağmen, lonca geleneğinde, yaşamını
sürdürmekten fazla paranın peşinde koşmak genelde hoş karşılanmamaktaydı. Ayrıca
devlet, kaynağı saray olmayan servete iyi gözle bakmazdı. Bu durum, sanayiye
yatırım yapmayı gelecek vaad etmeyen bir iş haline getiriyordu.[53]
Yukarıda sıralanmış olan yaklaşım
farkları göz önünde tutularak, Batı’nın, başka ülkeleri olduğu gibi, kendi
halkını da insafsızca sömürdüğünü, zenginliğinin ve gelişmişliğinin temelinde
bu acı gerçeğin yattığını, Osmanlı’nın ise, halkını gözettiği, sömürülmesine
izin vermediği için servet birikimini ve gelişme atılımlarını
gerçekleştiremediği sonucunu çıkarabilir miyiz? Bu sorunun cevabı tek kelimeyle
verilebilecek kadar basit değildir.
XVI. yüzyıl ve öncesinde, hem
Doğu’da hem de Batı’da, ekonomik faaliyetin %90 oranında basit usullerle
yapılan tarımdan ibaret olduğu ve köylülerin bu ilkel yöntemlerle ancak kendi
ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar, (geçimlik) belki bunun çok az üzerinde
üretim yapabildikleri bir ortamda sermaye birikimin gerçekleştirilebilmesi için
sömürünün kaçınılmaz olduğu açıktır. Nitekim, Batı’da işlerin bu şekilde
yürüdüğü konusunda bir şüphe yoktur. Ama ‘Osmanlı, halkını sömürmek istemediği
için gelişemedi’ sonucuna varmak o kadar kolay değildir. Gelin, Osmanlı’nın ‘toplumcu’
politikalarına ve kurumlarına daha yakından bakalım.
Osmanlı Devleti’nin herşeyin
üzerinde tuttuğu en önemli amaç ‘hanedanın bekası’dır. Yani Osmanoğulları’ndan
birinin tahtta oturuyor olması. Bu yüzden Osmanoğulları, devleti birlikte
kurdukları soylu Türk beylerine sırt çevirip, katiplikten vezir-i azamlığa
kadar istisnasız tüm yönetim kadrolarına devşirme kapıkullarını, yani arkasında
soyu, boyu, aşireti olmayan köleleri getirdiler. Kölelerle hanedan arasında mükemmel
bir çıkar dengesi kuruldu. Devşirme bürokrasi de yaşayabilmesinin ve iktidarın
nimetlerinden faydalanabilmesinin tek yolunun, bir Osmanoğlu’nun tahtta
oturuyor olmasıyla mümkün olabileceğinin farkındaydı. Fetret devrinin karışıklığı
arasından devletin tekrar ayağa kalkabilmesinde en büyük etken işte bu bilinçli
bürokrasidir. İstanbul’da zaman zaman İsyanlar oldu; padişahlar bile ‘hal’
edildi ama bu isyanlar düzene karşı değil bazı özel isteklere yönelikti.
tahttan bir Osmanoğlu indi bir diğeri onun yerine çıktı. Osmanlı devletinin
politikalarını incelerken tüm politikaların altında yatan bu ana güdünün
bilincinde olmak gerekir.
Osmanlı’nın iaşecilik (İhtiyaç
maddelerinin piyasada bulunabilmesini garanti altına alma) yaklaşımının hedefi
şehirler ve özellikle İstanbul’dur. Kırsal bölgelerde çeşitli nedenlerle
(isyan, karışıklık, kuraklık) işlerin ters gitmesi sonucu kıtlıkların yaşanması
ender rastlanan bir durum değildi. Böyle birşey olduğunda devlet dış ülkelere
ve hatta bir sancaktan diğerine hububat ve hayvan satışı yasaklar, öncelikle
İstanbul’un ihtiyacının karşılanmasını esas alan düzenlemeleri yapardı.
Yasaklara rağmen kimse İstanbul’a hayvan getirmek istemiyordu çünkü çok düşük
narh uygulaması vardı. [54]
XVI. yüzyıl sonuna doğru
Anadolu’da hububat darlığı süreklilik göstermeye başladı. Sahillerden Avrupa’ya
devamlı olarak hububat kaçırılması kıtlığın boyutunu arttırıyordu. Celali
Fetreti denilen devrin başlangıcı olan 1595 yılına gelindiğinde Anadolu iyiden
iyiye açtı. Onu takip eden ‘Büyük Kaçgunluk’ süresinde ise köylüler
çiftliklerini terk ederek dağlara kaçtıkları için tam 15 yıla yakın bir süre
Anadolu tarihinin hiçbir devrinde görmediği bir kıtlık yaşandı. Karadeniz
dahil, bütün limanlardan gemiler Anadolu’ya sürekli hububat taşıdı. Hükümet
hala elinden geldiği kadar Anadolu’ya izinsiz buğday verilmesine engel olmaya
çalışıyordu.[55]
İstanbul niçin bu kadar
önemlidir? Çünkü İstanbul ‘payitaht’tır. Yani, saray ve padişah İstanbul’dadır.
Burada başgösterecek hoşnutsuzlukların, padişah ve çevresindekiler için olumsuz
sonuçlar doğurması ihtimali vardır.
Sonuç olarak, Osmanlı’nın
ekonomik ve sosyal politikalarının, Avrupa ile kıyaslamalı olarak bir genel
değerlendirmesini yaptığımızda, şunları söylemek mümkündür:
Toprak düzeninin, kuruluş
döneminden, XVI. yüzyıl ortalarına kadar Avrupa’ya kıyasla daha adil ve
insancıl olduğu görülmektedir. En azından başlangıçta halkın yararına olan bu
sistemin, Osmanlı’nın merkeziyetçilik yaklaşımının bir sonucu olduğu, temelde
‘hanedanın bekaası’ esas alınarak hareket edildiği muhakkaktır. XVI. yüzyıl
ortalarından itibaren, fetih gelirlerinin azalması ve devlet harcamalarının
artması sonucu ortaya çıkan nakit ihtiyacı, hem vergilerin arttırılmasına hem
de iltizam ve malikane sistemleri ile bu görece toplumcu düzen de
bozulmuştur.
Ticarette güdülen politika
iaşecilik, tanım itibarıyla tüketiciyi korumaya yöneliktir. Ancak bu yaklaşım,
bir taraftan üreticiyi mağdur etmiş, ülkenin ticaret dengesini bozmuş, sermaye
birikimin önündeki engellerden biri olmuştur. Korunmak istenen tüketici kesimde
de önceliğin İstanbul’da olduğu açıktır. Dolayısıyla yine payitaht’taki halkın
hoşnutluğu ve böylece hanedanın bekaasına karşı bir riskin oluşmaması ön planda
tutulmuştur.
Lonca düzeninin, bir ortaçağ
örgütlenmesi olarak çok olumlu toplumcu özellikler taşıdığı muhakkaktır. Kapalı
ekonominin aşılması ve geniş pazarlar için üretim yapılması olanaklarının
ortaya çıkmasıyla birlikte bu yapılanma için de değişim ihtiyacı başgöstermiş
oldu. Yeniçerilerin destekliyor olması, Osmanlı’nın meşhur tutuculuğu ve
benzeri rasyonel olmayan sebeplerle gerekli değişimlerin yapılamaması,
sanayileşmenin önündeki engellerden biri olarak tarihe geçmiştir.
XIX. yüzyılın liberalist
politikaları Osmanlı Devletinin yarı sömürge haline gelmesine mi sebep oldu?
Osmanlı’nın klasik döneminde
toprak düzeninin başlıca özelliklerini aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
a.
Toprak düzeni:
i. Parasallaşmamıştır:
Vergiler çoğunlukla ayni olarak ödenir. Pazarda ayni ilişkiler hakimdir.
ii. Geçimliktir:
‘Kendi yağında kavrulma’ durumu hakimdir. Tüketim yapısı sınırlıdır. Meta
üretimi gelişmemiştir.
b.
Tarım dışı üretim:
i. Loncalar
şeklinde örgütlenmiştir.
ii. Piyasa
göstergelerine göre değil ahlak normlarına göre faaliyetini düzenler. Fütuvvet[56]
ilkeleri üretime dinsel boyut katar.
iii. Dikey
bütünleşme vardır.
iv. Usta-kalfa-çırak
ilişkisi mesleki dayanışmayı sağlar.
c.
Ticaret
i. Geçimlik
yapı ticari ilişkileri sınırlı tutar.
ii. Ulaşım
imkanları ilkeldir. Hacimli malların sevki zordur. Ancak yükte hafif pahada
ağır mallar ticaret konusu olabilir. Bu yüzden, kıyı boyu ticaret daha
etkindir.
Yukarıda tarif edilen bu yapının
dönüşümü, yani kapitalistleşme ve Batı ile entegre olma süreci ancak XIX.
yüzyılda 1820 lerde başlar. 1838 ve onu izleyen ticaret sözleşmeleri bu
bütünleşmenin yasal düzenlemeleridir. Emir komuta ekonomisinden, Pazar
göstergelerinin yönlendirdiği piyasa düzenine geçişin sembolik dönüm
noktasıdır.
Tanzimat yönetiminin başlattığı bu
dönüşüm bazı tarihçiler ve ekonomistler tarafından yaratılan serbest ticaret ortamının
Osmanlı sanayi’ini çökerttiği ileri sürülerek eleştirilir. Bu eleştiriyi
getirenlerin öne sürdüğü alternatif, gümrük duvarlarını yükselterek yerli
sanayinin gelişmesi için ortam yaratmaktır. Oysa, bu tür koruyucu gümrük politikaları ancak gelişme sürecinin belli bir
aşamasında, diğer birçok etmenle birlikteliği göz ardı edilmediği takdirde
anlam kazanır. Yoksa durağan bir ekonomik ve toplumsal yapıyı yüksek gümrük
duvarları ardında harekete geçirmek ve sanayileşmesini sağlamak olanaksızdır.
Gümrük korumacılığının yararlı olabilmesi için durağan yapının çözülmeye
başlaması, ekonominin parasallaşması, meta üretimine geçilmiş olması ön
koşuldur. Gelişmeyi korumacılığa indirgeyen bir yaklaşım dünyanın hiçbir
ülkesinde olumlu sonuç vermemiştir. Koruyucu politikalar gelişme potansiyelini
yönlendirici olabilir; yoksa korumacılık gelişme dinamiğini içinde taşımaz.[57]
Batı’da sanayi devrimine giden yol
üzerinde neler yaşandığına bakacak olursak şunları görmekteyiz:
·
Sermaye birikimi: Avrupa’ya değerli maden
akımı, fiyat devrimi, ‘putting out ve manifakture (fason üretim) geçiş, , Pazar
için meta üretimi, ticari sermayenin sınai sermayeye dönüşmesi
·
Üretim araçlarının sermayedarın elinde
toplanması: kırsal kesimde çitleme toprağın toplulaştırılması
·
Sınai işgücünün ortaya çıkması: tarımda
verim artışı, artık işgücünün tarım dışı uğraşlar için bir emek havuzu
oluşturması, hızlı nüfus artışı,
·
Talep oluşumu: , nüfus çoğunluğunu
oluşturan kırsal kesimde tarım dışı mal ve hizmet talebinin yoğunlaşması,
uluslararası ticaret.
·
Finansman olanakları: tek para düzenine
geçiş, banka ve kredi kurumlarının gelişmesi, para benzeri dolaşım araçlarının
kabul görmesi, baknot tedavülü,
Tanzimat döneminde, iç ve dış
ticaretin gelişimi, tarımda meta üretimine geçiş, tek para sistemine yöneliş,
para ve kredi kurumlarının doğuşu iktisadi bütünleşme için gerekli
ulaşım-iletişim ağının oluşturulması, ve ticaret kanunnamelerinden ticaret
odalarına yasal ve kurumsal düzenlemelere girişilmesi gibi gelişmenin doğal
akışı için gerekli düzenlemeler de yapılmıştır. Ticaret sözleşmeleri de bu
yolda atılan adımlardan arasındadır. Özellikle tarımın geçimlik yapısını
çözmüş, provizyonist düzeni parasallaştırmış, kendi yağıyla kavrulan kapalı
ekonomiyi dış pazara açmış, üreticiye ‘tevekkül’ yerine ‘kazanç’ düşüncesini
aşılamıştır. Ancak bunlar gerekli olmakla birlikte yeterli değildi. Batı türü
bir sanayileşme dinamiğinin oluşması için aşağıdaki oluşumlara da ihtiyaç
vardır:
·
Tarım Devrimi: Toprakta özel mülkiyetin
pekişmesi, işletme ölçeğinde toplulaşma yoğunlaşma, tarımda verim artışı sonucu
tarım dışına itilen emek fazlalığı ve kentleri besleyecek bir artığın oluşması.
·
Demografik Devrim: Beslenmedeki etkinlik, sağlık
koşullarında düzelme sonucu nüfus yoğunluğunun artması. Böylece hem emek
fazlalığının oluşması, hem de mal ve hizmet talebinin artması.
Osmanlı’da bunların hiçbiri oluşamadı. Oluşamamasının
sebepleri çok çeşitlidir. Fakat yine de Tanzimat dönemindeki liberal
politikalar bu yönde birtakım adımların atılmasını sağlayabilmiştir. Ticaret
alanında gelişme, parasallaşma, kurumsallaşma, ulaşım ve iletişim araçlarının
etkinleşmesi, pazara yönelik bir imalat kesiminin ilk filizlerini vermesi bu
dönemde olmuştur.
Dolayısıyla, ‘Osmanlı XIX. yüzyılda liberal bir dış ticaret
politikası izlediği için sanayisi gelişemedi’ yaklaşımı doğru değildir.
Korumacı politikalar gelişme dinamiğinin oluştuğu ortamlarda anlam kazanır. Bu
dinamikten yoksun bir çevrede korumacılık olsa olsa durağanlığı sürdürmeye
yarar.
Zihniyet sorunları da Osmanlı’da sanayileşmeyi geciktiren
etmenler arasında yer alır. Toplumun hakim katmanlarının ‘kapıkulu’geleneği
maddi üretimi hakir görür; ‘amele’ sosyal statü açısından toplumun en aşağı
katmanı olarak kalır.
Oysa, Osmanlı’nın gelişiminin
ancak geleneksel, fiskalist, provizyonist klasik ekonomik modelin çözülmesiyle
sağlanabileceği gerçeğini gözden uzak tutmamak gerekir.
Osmanlı’nın klasik ekonomi
anlayışı çerçevesinde ticari mallardan limanlarda, şehir ve kasaba
girişlerinde, Pazar yerlerinde biçok isim altında iç ve dış gümrükler ve
vergiler alınmaktadır. Bunlar ticareti engelleyici rol oynamaktadır. Tanzimat
döneminde yapılan ticaret sözleşmeleri ile belli ürünlerin alım satımındaki
devlet tekelleri kaldırılır ve dış ticaret kapsamına giren mallar iç
gümrüklerden muaf tutulur.
Osmanlı yönetimi gümrüklerin
yönetiminde mali kaygıları her zaman ön planda tutmuş, yani gümrükleri
ekonomiyi yönledirmek için bir araç değil, bir gelir kaynağı olarak görmüştür.
İlk defa tanzimat döneminde gümrüklerin ekonomiyi yönlendirme etkisinin farkına
varılmıştır.
1873 te başgösteren ‘Büyük Buhran’
ile birlikte tüm Avrupa ülkelerinin ithal gümrüklerini yükselttiği Osmanlı
devletinin ise bu dönemde kapitülasyonlar nedeniyle gümrük politikasını
istediği gibi yönetemediği bir gerçektir. Osmanlı devleti, savaşı bahane ederek
1914 te kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmıştır.
Tanzimat ile Osmanlı bürokrasisi
da bir değişime uğramış ve Osmanlı’nın geleneksel kapıkulu zihniyetinden
arınmış daha çağdaş bir devlet aygıtı ortaya çıkmıştır. ‘Birey’ ve ‘toplum’
kavramları bu dönemde ortaya çıkmaya başlamış, kişinin can ve mal güvenliği
gündeme gelmiş, yönetimle yargı ayrışma yoluna girmiş, kısacası, raiyyet’ten
vatandaşlığa geçişin temelleri atılmıştır.[58]
KAYNAKÇA
İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul
Faroqhi, Suraiya (2006). ‘’Krizler ve Değişim,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 537-743
McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 761-867
Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat
Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 885-1041
Pamuk, Şevket (2006). ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nda Para
1326-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 1053-1095
Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin
İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul
Akdağ, Mustafa (2009). ‘’Türk
Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları,’’ İstanbul
Kunt, Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1300-1600,’’ Sina Akşin,
ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 21-144
Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina
Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı
Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 145-205
Kunt, Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1600-1789,’’ Sina Akşin,
ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti,
1600-1908, İstanbul, s. 19-72
Akşin, Sina (2013). ‘’Siyasal Tarih 1789-1908,’’ Sina Akşin,
ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti,
1600-1908, İstanbul, s. 77-165
Faroqhi, Suraiya (2013). ‘’İktisat Tarihi 17. ve 18.
yüzyıllar,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 191-215
Toprak, Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin,
ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti,
1600-1908, İstanbul, s. 219-268
İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman
Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 97-140
Osmanlı Tarihi, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cilt ?cilt ? sayfa
[1] Kunt,
Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1300-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s.
133
[2]
İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 147
[3] Kunt,
Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1300-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s.
61
[4] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 785
[5] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 787
[6] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 764
[7] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 435
[8] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 287
[9]
Vakıfların müsaderesine dair örnek yok değildir. II. Mehmed, mülk ve vakıf
arazilerinin kuruluş belgelerini gözden geçirtip amaca uygun olmayanları nesh
veya iptal yoluna gitmiştir. Ancak bu tasarrufu büyük tepki topladı. Ölümünden
sonra, askeri sınıfın Cem’i desteklemesine rağmen, tarikatlerin desteğiyle II.
Bayezid tahta çıktı ve arazileri iade etti. (İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 171)
[10] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 553
[11] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 150
[12] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 150
[13] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 150-151
[14] Osmanlı
Tarihi, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cilt ?cilt ? sayfa
[15] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 769
[16] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 769
[17] Quataert,
Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 974-8
[18] İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 81
[19] İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 81
[20] Toprak,
Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s.
222
[21] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘’İktisat Tarihi 17. ve 18. yüzyıllar,’’ Sina Akşin,
ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti,
1600-1908, İstanbul, s. 213
[22] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 837
[23] İnalcık,
Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of
Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 126
[24] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 794
[25] Quataert,
Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 972
[26] Quataert,
Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 973
[27] Quataert,
Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 962
[28] Faroqhi,
Suraiya (2006). ‘’Krizler ve Değişim,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 580
[29] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 168-71, 197
[30] İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 88
[31]İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 97
[32]İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 90
[33] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 177-9
[34] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul s. 321
[35] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul s. 322
[36] Faroqhi,
Suraiya (2006). ‘’Krizler ve Değişim,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 539
[37] İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s. 321
[38] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s.181-4
[39] İnalcık,
Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600,
İstanbul, s.42
[40] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 355-60
[41] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul s. 544, Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 198
[42] Akdağ,
Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve
İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 539-44
[43] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 187
[44] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 187-8
[45] Quataert,
Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil
İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 926
[46] TCDD
[47] Faroqhi,
Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi,
II: Osmanlı Devleti, 1300-1600,
İstanbul, s. 190-1
[48] İnalcık,
Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of
Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 108
[49] İnalcık,
Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of
Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 109
[50] İnalcık,
Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic
History, Vol. 29, No. 1, s. 117
[51] İnalcık,
Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of
Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 127
[52] İnalcık,
Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic
History, Vol. 29, No. 1, s. 107-8
[53] McGowan,
Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed.,
‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve
Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914,
İstanbul, s. 762
[54] Akdağ,
Mustafa (2009). ‘’Türk Halkının Dirlik ve
Düzenlik Kavgası Celali İsyanları,’’ İstanbul, s. 74
[55] Akdağ,
Mustafa (2009). ‘’Türk Halkının Dirlik ve
Düzenlik Kavgası Celali İsyanları,’’ İstanbul, s. 81
[56] Kelime
anlamı yiğitlik, cömertlik olan bir mesleki örgütlenme olup Ahiliğin de temellerinden
birini oluşturur
[57] Toprak,
Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s.
233
[58] Toprak,
Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s.
233-5
*% 3 faizli kredi oranı sunar
YanıtlaSil* Nakitsiz Girişimci İçin Sigorta
* Para için garanti
İyi kredi puanıyla, Credit Financier Home, bireysel veya şirket veya kooperatif derneklerine, endüstriyel ve kişisel çıkarlar için teminatlı krediler ve teminatsız krediler sunar.
İletişim Adresi:
Whatsapp: +15184181390
Doğrudan posta
creditfinancierhome@gmail.com