22 Aralık 2013 Pazar

Osmanlı İmparatorluğu'nun Sosyal ve Ekonomik Politikaları


GİRİŞ

Günümüzün moda yaklaşımlarınlarından biri de okullarda öğretilen tarih tezlerini ‘resmi tarih’ diye isimlendirip sorgulamak. Aslında bunun yararlı bir uğraş olduğu kanaatindeyim. Yeter ki konuya objektif yaklaşabilelim; tabuları yıkmak adına yeni tabular oluşturmayalım.

Osmanlı İmparatorluğu’nun XVI. yüzyılda çağının en gelişmiş devleti iken sonradan niçin Batı’nın gerisinde kaldığı en temel tarih sorularınden biridir. Bu soruya verilen cevaplar arasında da Batılı devletlerin hem coğrafi keşiflerle ulaştıkları ülkeleri hem de kendi halklarını sömürerek bu noktaya geldikleri, Osmanlı’nın ise daha insancıl bir yönetim felsefesine sahip olduğu için bu yarışta geri kalmış olduğu şeklindeki tezin taraftarlarının çok olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.

Bu yazıda Osmanlı’nın ekonomik ve sosyal politikalarının genel bir değerlendirmesini yapmaya ve bu politikaların arkasındaki temel kaygıların neler olduğu sorusuna cevap aramaya çalıştım.

 
Toplumsal Yapı

Osmanlı İmparatorluğu’nda halk, yönetenler ve yönetilenler olmak üzere iki sınıfa ayrılırdı. Yöneticiler ‘askeri’ adıyla anılırdı. Yönetilenleri ise köylü ve şehirli olarak iki başlık altında incelemek gerekir.  

Askeri Sınıfı: Asker ve sivil tüm devlet hizmetlilerine ‘askeri’ denirdi. Askeriler vergi ödemez, devletten maaş alırdı. Yöneticileri kökenleri itibarıyla Müslüman halktan gelenler ve devşirmeler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Osmanlı yönetim zihniyeti, hanedana iktidar ortağı olabilecek bir soylu sınıfın ortaya çıkmasına meydan vermemek için tüm yöneticileri ve merkezi orduyu devşirme kapıkulları arasından seçip yetiştirmek yoluna gitmiştir. Kuruluş döneminde akıncı beyleri ve yöneticiler olarak devlet mekanizması içinde yer alan soylu Türkler II. Mehmet (Fatih) zamanında tasfiye edilmiş ve o dönemden itibaren tüm yöneticiler, kendilerini destekleyecek soyu, sopu, aşireti olmayan devşirmeler arasından seçilip yetiştirilmiş, Padişah bu yöneticilerin canı ve malı üzerinde sorgusuz sualsiz hak sahibi olmuştur. Sadece askeri sınıfının içinde yer alan ehl-i cihet (ulema) Müslüman kökenli idi ve servetleri normal koşullarda müsadere edilememekteydi.

Devlet tarafından askerilere yapılan ödemeler nakit veya vergi toplama hakkı şeklinde olabilmekteydi.

  • Nakit alanlar:
    • Ulufe erbabı: Yeniçeri, enderun hizmetlisi, kale koruyucusu, şehir subaşısı, ases,
    • Ehl-i cihet: medrese mensubu, ulema
  • Vergi toplama hakkı alanlara ‘dirlik erbabı’ denirdi. Bunlar, tımarlı sipahi, sancakbeyi, beylerbeyi, vezir ve diğer yüksek memurlardı. Bunlara, rütbelerine göre, has, zeamet veya tımar tahsis edilirdi. 

Askeri sınıfın dokunulmazlığı vardı, bunlar hakkında kovuşturma ancak kendi amirlerince yapılabilirdi.

Reaya: Köylerde oturup devlete ait miri araziyi işleyen halka reaya denirdi. Bunlar devletin kiracısı durumundaydı ancak, bu kiracılık, her iki taraf için sonsuza kadar bağlayıcı bir akit şeklindeydi. Yani, devlet, toprağını köylüden geri alamaz, köylü de toprağı bırakıp gidemezdi. Gidecek olursa, ‘çiftbozan vergisi’ ödemek zorundaydı.  Vergisini ödemek koşuluyla toprağı terk edebiliyor olması ve reayadan vergiyi toplayan kişinin (tımarlı sipahi) toprağın gerçek sahibi olmayıp devletin memuru olması Osmanlı’daki tımar sistemini Avrupa’daki feodalizmden ayıran başlıca özelliklerdir. Köylünün toprak üzerindeki kullanım hakkı ölümünden sonra, mirasçılarına kalırdı.

Bir de ortakçı çiftlikleri vardı ki bunların sahipleri temlik yoluyla araziyi mülk edinmiş kişilerdi. Burada genelde azatlı veya azatsız köleler, topraksız köylüler çalışırdı. Elde ettikleri ürünün yarısını çiftlik sahibine verirler, başka vergi ödemezlerdi. Bunlara tohum ve bir seferlik koşum hayvanı çiftlik sahibi tarafından verilirdi.

Şehirli Sınıfı: Görünüşte devletten bağımsızdır. Askeriler devletin hizmetlisi, reaya da kiracısıdır ama şehirlinin böyle bir bağlantısı yoktur. Devlet halka asayiş dışında, eğitim, sağlık, ulaştırma gibi bir hizmet te götürmemektedir. Bu durumda devlet şehirliden nasıl vergi alacaktır? Birincisi, İslam şeriatına göre Müslümanların ödemesi zorunlu olan zekat ve sadakayı, vergiye dönüştürerek tahsil eder. İkincisi, pazarları kontrol ettiği için buralardan ‘bac’ adında bir vergi alır. Üçüncüsü, asayişi sağladığı için bunun vergisini alır. Şehirlerde özel mülkiyet vardır ama çoğu arsa, rical veya vakıf malı olduğundan şehirli de arsa kirası ödemek durumundadır.

Reayadan birinin askeri sınıfına geçmesi hemen hemen imkansızdır. ‘Raiyyet oğlu raiyyettir’ sözcüğü meşhurdur.[1] Devşirmeler köken olarak Hıristiyan reayadandır ancak bunların seçimi ve yetiştirilmesi devlet tarafından yapılır. Müslüman reayadan birinin kedi çabasıyla askeri olabilmesi için açık olan yol ise, medrese tahsili gördükten sonra bir şekilde yükselip ulema olmaktır. Bir diğer yol da, Müslüman Türk’ün gönüllü asker olarak sefere katılması ve olağanüstü yararlık göstermesi halinde, kendisine tımar tahsis edilerek tımarlı sipahi olmasıdır. Ancak bu olduça zor bir yoldur. Bu konuda adayları komutanlar seçip hükümete tavsiye eder, sultan onaylarsa beylerbeyine emir gider, boşalan tımar olursa beylerbeyi tahsis ederdi. Bu konuda rekabet çoktu ve rüşvet dönmekteydi. XVI. yüzyıldan itibaren kapıkulları da tımar sahibi olmaya başlayınca bu yol tamamen kapandı diyebiliriz. XVIII. yüzyılda sistemin dejenere olduğunu, Müslüman esnafın yeniçeri yazıldığını, bir taraftan dükkanını işletmeye devam ederken bir taraftan da devletten maaş aldığını görmekteyiz.
Toprak Mülkiyeti:

Genel kural olarak Osmanlı’da arazi mülkiyeti devletindir. Mülkiyeti devlete ait araziye ‘miri’ denir. Miri arazi kavramı İslam hukukundan gelir. Arazi, fetih yoluyla elde edildiğinden, fetheden de devlet olduğundan, mülkiyet hakkı devlete verilmiştir. Bizans, Suriye, Mısır ve Sasanilerde de miri kavramı vardır. Fethedilen arazinin eski sahibinin Müslüman veya gayrimüslim olması önemli değildir. Klasik çağda toplam arazinin % 90’ı miri’dir.[2] Bu genel kuralın istisnaları şunlardır:

1.      Şenlendirilmiş arazi : Islah yoluyla mülk edinme demektir. Kullanılmayan (mevat = ölü) arazinin şenlendirilmesi (Bağ, bahçe haline getirilmesi, ağaçlandırılması) halinde, bu işlemi yapana, sultanın izniyle mülkiyet hakkı verilebilir. Bu işlemin yapılmasına genelde şehirlere yakın yerlerde müsade edilmekteydi.

2.      Vakıf: Hayır işine bağışlanan mülk demektir. Bu şekilde bağışlanan malın özel mülkiyet hakkı terkedilmiş olur; ancak devlet mülkiyetine de geçmez. ‘Toplum mülkiyeti’ diyebileceğimiz üçüncü tür bir mülkiyet söz konusu olur.

3.      Temlik: Sultanın, seçkinlere ölü araziyi (mevat) bağışlaması ile oluşan özel mülkiyettir. Arazinin sınırları içindeki herşey (göl, nehir, pınar) özel mülk olur. Vergi toplama, suçlu takibi hakları da buna dahildir.

Yukarıda sıralananların dışında kalan uygulamalar da mevcuttur ancak bunlar istisnai me marjinal durumlardır.
Miri Arazinin Kullanımı:

Miri arazi sancak denilen yönetim ve komuta birimlerine ayrılır ve her sancak için bir ‘sancak kanunnamesi’ çıkartılarak yönetim esasları belirlenir, işlenebilir toprakların ve maden gibi diğer kaynakların dökümü yapılarak ‘tahrir’ defterlerine kaydedilir ve toplanacak vergiler belirlenirdi.[3]

Mülkiyeti devlete ait olan bu miri toprakların kullanımı tımar sistemi ile düzenlenirdi. Bu sistemde, her çiftçi ailesine bir çift öküzle işlenebilek büyüklükte (yerine göre değişmek üzere 80-150 dönüm arasında) bir arazi tahsis edilirdi. Kendisine toprak tahsis edilen köylü (reaya), bu toprağın mülkiyet hakkına değil, kullanım (intifa) hakkına sahip olur ve bu hak mirasçılarına intikal ederdi. Bu hakka karşılık yükümlülükleri, toprağı düzenli olarak işlemek (üst üste üç yıldan fazla boz (ekmeden) bırakmamak) ve vergilerini ödemekti.

Çiftliklerin bir araya gelmesiyle ‘dirlik’ler oluşmaktaydı. Dirliklerde, arazi vergisi nakdi, üretimden alınan vergiler ayni idi. Ayni, yani ürünün bir kısmı olan bu vergilerin yöreden uzağa taşınması pratik olmayacağından, bunlar, devlete hizmet eden belirli kişilere kaynağında tahsis edilirdi. Yıllık geliri 3.000-20.000 akçe arasında olan dirliklere ‘tımar’, 20.000-100.000 akçe arasında olanlara ‘zeamet’, 100.000 akçenin üstünde olanlara ‘has’ denir. Tımarlar, kuruluş döneminde, savaşlarda yararlık gösteren eyalet askerlerine tahsis edilirken, sonradan kapıkullarına da verilmeye başlandı. Kendisine tımar tahsis edilen asker, ‘tımarlı sipahi’ olarak adlandırılırdı ve tımarının vergilerini kendi hesabına toplama hakkına sahipti. Yükümlülükleri ise, topladığı verginin ilk 3.000 akçesinden (kılıç hakkı) sonraki her 3.000 akçesi için bir ‘cebelu’ (eyalet askeri) beslemek ve atıyla, silahlarıyla harbe hazır bulundurmak, ayrıca sorumluluğundaki bölgede asayişi temin etmekti. Zeametler, yüksek rütbeli subay ve memurlara, haslar ise vezir ve sultanlara tahsis edilirdi.

Tımar sahipleri, devletin temsilcisi olarak toprağın tasarruf ve kullanım sürecini gözetir, kendine tahsis edilmiş olan vergileri toplar. Tımar sahiplerini bir çeşit devlet memuru olarak görebiliriz. Görevlerini gerektiği gibi yapmadığı takdirde tımarı elinden alınıp başkasına tahsis edilirdi. Tımar sahibi, tımarını oğluna miras bırakamazdı.

Büyük dirliklerin küçüklerden en önemli farkı, dirlik sahibinin kendine tahsis edilen toprakta veya yakınında ikamet etmiyor olmasıdır. Özelikle has sahibi veziler ve padişah, İstanbul’da oturmakta, bunların görevlendirdiği kişiler, ayni vergi olarak topladıkları ürünü satıp nakde dönüştürerek has sahibine iletmekteydiler. Ayrıca, hasların kapsamında pazar yerleri, dükkanlar, madenler gibi nakit vergi ödeyen kaynaklar da bulunurdu. Has sahiplerinin vergi toplamakla görevlendirdiği kişiler ya bu işi ya ücret karşılığı yapan ‘emin’ler, veya vergi toplama hakkını açık arttırma ile has sahibinden alıp  vergiyi kendi hesaplarına toplayan ‘mültezim’lerdi. Mültezimlerin kullanıldığı yönteme ‘iltizam’ denirdi.

XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ateşli silahların yaygınlaşması sonucu  eyalet askerlerinin etkinliği azaldı, yeniçerilerin mevcudunun arttırılması ihtiyacı doğdu. Ayrıca, beylerbeyiler ve sancak beyleri de, güvenlik nedeniyle, daha fazla ücretli asker (sekban) beslemek zorunda kaldılar. Ücretleri nakit olarak ödenen bu askerler için hasların gelirleri yetmemeye başladı. Bu sorunun çözümü için, zaten önemi azalmış olan tımarları azaltıp haslara dönüştürmek yoluna gidildi. 1550 yılından başlayan bu kaynak aktarımı XVII. yüzyılın ilk yarısında iyice hızlandı. Bu gelişme, aynı zamanda, vergi toplama işinin doğrudan tımar sahibi tarafından yapılması yerine, iltizam usulü ile yapılmasının yaygınlaşması anlamına geliyordu. Bu durum, reayanın ezilmesine sebep oldu; çünkü, tımar sahibi, topladığı verginin uzun vadede azalmadan devam edebilmesi için reayanın yaşantısını sürdürebilmesini gözetmek zorundaydı. Halbuki vergi toplama ihalesini en fazla üç yıllık bir dönem için almış olan mültezimin böyle bir kaygısı yoktu.

XVII. yüzyılın sonlarında iltizam uygulaması daha da ileri götürülerek vergi toplama hakkı şahıslara kayd-ı hayat şartıyla (ömür boyu) satılmaya başlandı. Bu yeni sisteme ‘malikane’ adı verildi. Malikane alma hakkı kapıkullarına tanındı. Çoğu İstanbul’da oturmaya devam edip vergileri teşeronla toplattı. Bu teşeronların da bazıları gittikleri bölgelerde birer yerel güç odağı (ayan) oldular.

Merkezi yönetimin artan nakit ihtiyacını karşılamak için bu önlem de yetmeyince, sadece seferde alınan ‘avarız vergisi’nin hem miktarı arttırıldı, hem de devamlı hale getirildi. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan vergileri karşılayamayan köylüler topraklarını bırakıp kaçarak ‘çiftbozan’ oldular. Çeteler halinde dolaşıp eşkiyalık yapan bu işsizler (levendler) asayis sorunları oluşturunca, asayişten sorumlu sancak beyleri ve beylerbeyiler bunlarla baş edebilmek için daha fazla paralı asker (sekban) beslemek zorunda kaldılar. Ancak onlar da bu askerlerin masraflarını karşılayabilmek için  yeni vergiler uydurup (bidat) reayayı sıkıştırarak köylüye zulm etmeye başladılar.

Kaybolan tımar sisteminin otorite boşluğunu ayanlar doldurdu. Bunların kökeni genellikle tüccar, tefeci, bir şekilde güç kazanmayı başaran devlet memuru veya toprak sahiplerine dayanır. Ayanlığın gelişiminde eşkiyalığın da rolü vardır. Ayanlar biraz da eşkiyayı kontrol ederek önem kazandılar. Disiplini merkezden gönderilen görevliler değil onlar sağlayabiliyordu. Ayanların ekonomik düzene katkı yapma potansiyalleri vardı ama onlar tarımı düzene sokmak için çaba harcamadılar. Ekonomik uğraş olarak tefeciliği tercih ettiler.[4]

Diğer taraftan, merkezdeki silahlı güç olan yeniçeri ocağındaki bozulma da  XVIII. yüzyıldan itibaren başladı. Devlet,  yeniçerilerin maaş ödeyemez hale gelince bunların başka işlerle iştigal etmesine göz yumulmaya başlandı. Böylece yeniçeriler, yargı dokunulmazlığı ve vergi muafiyeti olan esnaflık yapmasına izin verilen bir milis gücüne dönüştü. Yeniçeri tamamen yararsız hale gelince ayanın halk arasından topladığı askere bel bağlandı. Tımarlı sipahilerin XVIII. yy başında sayıları çok azalmıştı. Geçmişin hatırına ortadan kaldırılmadı. Lale Devri’nde (1718-1730) malikane alımları hızlandı. 1760 ta tımar arazilerinin tümü ihale sistemi yoluyla gasp edilmişti. XVII. yüzyılın sonunda, Anadolu dışındaki eyaletlerin çoğunda merkeze rakip feodaller ortaya çıktı. Bu durum da merkeziyetçiliğin zayıflamasında rol oynadı. Hükümetin bu konudaki tedbiri, güçlenen bir aileyi dengelemek için bir başka aileye makam vermek oldu. [5]

Bu gelişmelerin sonucunda, XVIII. yüzyıl ‘ayanlar çağı’ olarak anılır. Halil İnalcık bu durumun bir zaaf değil esneklik olduğunu savunur.[6] Ayanlar genellikle (belli istisnalar dışında) merkeze sadık kalmayı yeğlemişlerdir. Malikane sahibi olan bu yerel seçkinler Osmanlı devletinin devamlılığında bir çıkar görmüşlerdir; zira ancak İstanbul’daki hükümdarın meşrulaştırdığı vergiler (sultanın gerçek gücü ne olursa olsun) göreceli olarak rahatlıkla toplanabilmektedir. Malikanelerin yaygınlaşması hem mali yapıda bir ademi merkezileşme sağlamış, hem de devletin bünyesinde bir rahatlama getirmiştir. Rakiplerini harekete geçirmek yoluyla bunları kontrol altında tutmak Osmanlı için zor olmamıştır. Benim görüşüm ise, Osmanlı İmparatorluğu’nda XVIII. yüzyılda ortaya çıkan bu adem-i merkeziyetçi durumun, devletin biliçli bir tercihi olmadığı, devlete rağmen oluşan bir zaafiyet sonucu ortaya çıktığıdır. Osmanlı her zaman merkeziyetçilikten yana olmuştur. Nitekim, kendini biraz güçlü hissedince, ayanların üzerine ordu ile yürümekten geri durmamıştır. 1808 yılında tahta çıkan II. Mahmut ayanlarla amansız bir mücadeleye girişti. Ama merkeziyetçiliği yeniden tesis edebilmek için yabancı ülkelerden destek istemek zorunda kaldı. 1828 Rus harbi için seferber ettiği orduyla ayanlara saldırdı. 1831 de son kalan sipahileri azletti. Vergi tahsil haklarını iptal etti. Arazilerini mültezimlere verdi. Mültezimler yerine verginin devlet memurları tarafından tahsil edilmesine çalışıldıysa da bunda başarılı olunamadı. 
Adli Düzen

Yargının en tepesindeki görevli kazasker (kadıasker) idi. Anadolu ve Rumeli kazaskeri olmak üzere iki kazasker mevcuttu. Yargının yürütmeyi kontrol yetkisi vardı. Adli merciler, (şer-i şerif) yönetenle yönetilenin ilişkisini kontrol ve doğacak çelişkiye çözüm getirme görevindeydi.[7]

Yüksek medrese (sahn) mezunlarından seçilenler kadı adayı olur, bunlar büyük kadıların (molla) yanına çırak (danişmend) olarak gönderilirdi. 3-5 yıl sonra İstanbul’da gelip bir  yıl mülazemet (staj) görür, sonra kadı olarak tayin edilirlerdi. 2 yıl süreyle görev yaptıktan sonra tekrar bir yıl mülazemet ve arkasından başka göreve tayin yapılır, bu böyle devam ederdi.

Osmanlı’da ilçe teşkilatının başı kadı idi. Kadıların tayinini bizzat padişah yapardı. Daha önce de belirtildiği gibi, devletin, güvenlik dışında hiçbir hizmetten sorumlu olmaması sebebiyle, kadılar da devletten maaş almazlar bunun yerine mahkeme muamelatından gelir alırlardı.[8] Ayrıca, hazineye havale edilmek üzere taraflardan ihzariye ücreti alınırdı. Kadının görevlerini şöyle sıralayabiliriz:

·        Davalara bakmak,

·        Sözleşmeleri sicile işlemek (noterlik)

·        Narhları (fiyatları) tayin.

·        Belediye hizmetleri.

Kadının yardımcıları muhtesip (belediye işlerindeki yardımcı), naib (yargı işerindeki yardımcı), katip, hademe, şuhudü’l hal (bilirkişiler) muhzırlar (adli polis) idi.

Temyiz makamı divandı. Kadı, karardan önce müftü fetvası isteyebilirdi. Belediye hizmetleri de kadıya bağlı muhtesipler tarafından yürütülürdü.

Hükümetten talebi olanlar ya İstanbul’a gelip bizzat dilekçe verir ya da İstanbul’daki bir hatırlı kişiyi aracı koyarlardı.
Esnaf ve Zanaatkar Organizasyonları (Loncalar)

Aynı bölgedeki esnaf ve zanaatkarlar kendi aralarında örgütlenerek ‘lonca’ adı verilen meslek organizasyonlarını kurdular. Lonca sisteminin kökleri ‘ahilik’e dayanır. Ahilik, Ahi Evran (1171-1261) isimli Horasanlı Türk filozofu tarafından, Hacı Bektaş Veli’nin tavsiyeleriyle geliştirilmiş bir esnaf dayanışma teşkilatıdır.  çalışma yaşamını, iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bir örgütlenmedir. Kendi kural ve kurulları vardır.

Loncalar, çalışma yaşamını, usta-çırak ilişkisi içinde düzenler, ürün kalitesine yönelik standardlar koyar, hammaddenin dağıtımını, üretilecek ürünün kalitesini ve miktarını kontrol altında tutar, ürünün satış fiyatını belirler, rekabete izin vermezdi.
Vakıflar

Osmanlı İmparatorluğu’nda, asayiş hariç, hiçbir toplumsal hizmetin (eğitim, sağlık, ulaşım, ibadet) devlet görevi kapsamında olmadığını söylemiştik. Bu yüzden, kamunun bu ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kurumlar hayırsever vatandaşlar tarafından yaptırılır ve işletilirdi.

Diğer taraftan, servet biriktirme potansiyeli en fazla olan yüksek rütbeli devlet memurları ‘kapıkulu’ statüsünde olduğundan, bunların servetlerinin müsadere edilmesi pahişahın iki dudağının arasındaydı. Oysa vakıflar, tanım itibarıyla toplum yararına kuruluşlar oldukları için, normal koşullarda, müsadere riskinden göreceli olarak uzaktaydılar.[9]

Bu iki gerçeğin biraraya gelmesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda vakıf kurumu çok büyük bir gelişme göstermiştir. Sistem şöyle işliyordu: Bir hayır işi yapmak ve/veya servetinin geleceğini güvence altına almak isteyen zengin şahıs, bir vakıf  kuruyordu. Bir vakıf, iki ayrı kuruluştan meydana gelmekteydi. Birincisi, Allah rızası için yapılan hayır işi (cami, medrese, hastane, çeşme, köprü, tekke, türbe, vs.) ikincisi, bu hayır işini finanse edecek kaynak (tarım işletmesi, kira getiren gayrimenkul, faiz getiren nakit para, vs.) Bu kaynak veya kaynaklar da vakfın ayrılmaz parçası olarak vakfeden kişi (bani) tarafından vakfa bağışlanır ve bunlardan elde edilen gelir, hayır kuruluşunun devamlılığını sağlardı. Vakfeden kişinin, vakıf senedine, finansman kaynaklarından elde edilecek gelirin bir kısmının kendi ailesine ayrılması, vakfın yöneticilerinin kendisi veya mirasçıları tarafından belirlenmesi gibi maddeler koyma hakkı vardı. Böylece, zengin şahıs, hem yaptığı hayır işiyle toplumda itibar kazanıyor, hem de, kendisinin ve mirasçılarının, bugün mevcut olan servetinin nimetlerinden gelecekte de yararlanabilmesini güvence altına almış oluyordu.

Vakıflar, bir taraftan istihdam yaratarak ekonomiye katkı sağlamalarına, bir taraftan da toplum hizmeti boşluğunu doldurmalarına rağmen, üretim amaçlı kuruluşlar olmamaları yüzünden, kaynakların verimli şekilde kulanılamamasına ve gelişmenin donmasına sebep olmuşlardır.
Vergi Sistemi

Osmanlı Devleti’nin bütün düzeni vergiye yönelik. Sanki vergi almak kamuyu idare için değil de, kamuyu idare vergi almak için.[10]  

Almanya ile karşılaştırıldığında sorunun vergi değil, güvenlik olduğunu görmekteyiz. Diğer sorun kayıtların (arazi tahrirleri) güncelliğini kaybetmiş olmasıdır. Bunlara dayanarak konulan vergi kotaları daha XVII. yy sonunda köylülerin topraklarını bırakıp kaçmasına sebep oldu. Tımar kayıtları ve cizye kayıtları da aynı durumdaydı.
Angarya

Avrupa’daki feodal düzenle karşılaştırıldığında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reayanın Avrupa’daki serflere kıyasla hem kişisel haklar hem de yaşam koşulları olarak daha iyi durumda olduğu bir gerçektir. Roma İmparatorluğu’nun kurmuş olduğu büyük çiftliklerde köle emeğiyle yapılan üretimin şehirlerin gıda ihtiyacını karşılaması, şehirlerdeki tezgahlarda yapılan üretimin de hem köylere hem başka şehirlere pazarlanmasına dayalı sistem hem Romanın son dönemlerinde yaşanan mali kriz hem de Cermen istilasıyla imparatorluğun parçalanması sonucu çökünce, ticari faaliyet durdu. Pazara yönelik üretim sona erdi. Köylerin kendi ihtiyacını kendilerinin karşılaması şeklinde kapalı ekonomiye dönüldü. Bu durumda toprak sahipleri, üretim faaliyeti yapılmayan mevsimde kölelerini besleyemez hale geldiler. Kölelerin bir kısmını azad ederek bunlara kira karşılığı bir miktar toprak tahsis ettiler ve bu toprağı işleyip kiralarını ödeyerek kendi karınlarını kendilerinin doyurmasını istediler. Böylece serf olarak isimlendirilen sınıf ortaya çıktı. Bunların toprağı terk etmesi yasaktı. Evlenmeleri, başka iş yapmaları efendilerinin iznine bağlıydı. Her çeşit angarya işinde de çalıştırılıyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki düzen Avrupa’dakinden daha insancıl olduğu bir gerçektir. Reayanın belli hakları ve hukuku vardır. Devlet, tımar sahiplerinin köylüleri kendi işlerinde çalıştırmasına sınırlamalar getirmiştir. Bütün bunlara rağmen, Osmanlı’da da zorla çalıştırma yaygındı. Belirli köyler madenlerde çalışmakla yükümlüydü. Bazı köyler nakliye işlerinden sorumluydu. Bu tür işlerde görevlendirilmiş olan köylüden ‘avarız vergisi’ alınmaz, diğer köyler avarız vergisini nakit olarak öderdi. Ordugahlarda zenaatkarlar çalıştırılırdı.

Kamu inşaatlarında ve tersanede büyük miktarda köle çalışırdı.  Ayrıca devlet, bu tip kamu işlerinde esnaf ve zenaatkarları çalıştırdığı zaman bunlara, özel kişilerce verilennin çok altında ücret verirdi. Kereste talebi köylüden vergi karşılığı veya raicin beşte birine kadar düşen fiyatlarla sağlanırdı. Bundan kaçmak için köyünü terk edenler vardı. Ayrıca kerestenin taşınması için yol yapımı da köylüden isteniyordu. Tersanenin talepleri sürekli gerginlik konusu olmuştur. Ömer Lütfü Barkan zaman zaman bu ekonomiyi, barış dönemlerinde de uygulanan bir savaş ekonomisine benzetmiştir.[11]

Ordunun gereksinimlerini karşılamak ise çok daha talepkar kurallar çerçevesinde gerçekleşmekteydi. Seferde olan ordular ve seferde kullanılan yük hayvanları köylülerin ‘nüzul vergisi’ olarak getirdikleri hububatla beslenirdi. Taşımacılık hizmeti de vergi yükümlüsü olan kişilerden istenirdi. Seferde olan ordunun altyapı hizmetlerini devlet tarafından kazalardan toplanan esnaf yürütürdü. Maden ocaklarının çevresinde yaşayan köylüler top güllelerini cepheye nakletmekle yükümlüydü. Hisar yapımı yine civar köylülerden istenirdi.[12]

İstanbul’un çoğu gereksinimleri de, ‘buyruk ekonomisi’ diyebileceğimiz ve piyasa kurallarının  dışında kalan bu sistem içinde sağlanmıştır. Belirli yörelerin ürünlerinin tümüyle İstanbul’un gereksinimlerine ayrıldığı anlaşılmaktadır. ‘Hicaz’ın hademeliği’ padişah için bir prestij konusu sayıldığından, Mekke ve Medine’nin ihtiyaçları da yine piyasa ekonomisinin dışında kalan kanallardan beslenmiştir.[13]

Köylerin bazı mükellefiyetlerine örnek olarak aşağıdaki talepleri sayabiliriz:

  • Maden civarındakiler için, vergi muafiyeti karşılığı, kömür, odun, yiyecek, işgücü sağlamak
  • Avarız vergisi olarak orduya malzeme temini. Miri fiyatla tahıl temini. (sürsat)
  • Güzergahtan uzaktakiler için asker, imdat, taksit vergileri
  • Selanik Yahudilerine üniforma kumaşı imal ettirilmesi
  • Karadeniz, Ege köylerinden gemi yapımı için kereste temini istenmesi.

Esir ticareti XVIII. yy boyunca devam etti. Tarlada çalışan köle çok azdı. Genelde zenginlerin evlerinde ihtiyaç duyuluyordu.

Güvenlik ve Güven Sorunu

Anadolu’da güvenlik sorununun Osmanlı tarihi boyunca sürekli gündemde kaldığını görmekteyiz. Anadolu insanı bazen bir kanaat önderinin etrafında toplanıp Osmanlı’nın kendine dayattığından daha farklı bir düzen hayali kurmuş, (Şeyh Bedretdin, Şahkulu, Nur Ali Halife, Baba Zünnun) bazen mekeze karşı çıkıp tahtta hak idda eden bir şehzadenin peşine takılmış, (Korkut, Ahmed, Bayezid) bazen komşu ülkenin yöneticisini (Şah İsmail) kendine daha yakın gördüğü için merkeze karşı ayaklanmış ve her seferinde Osmanlı merkez ordusunun çok kanlı kıyımlarıyla karşı karşıya kalmıştır. XVI. yüzyılın ikinci yarından itibaren başgösteren karışıklıkların sebebi ise yukarıdakilerden tamamen farklı olarak siyasi içerikten uzak, açlık ve çaresizlikten kaynaklanan olaylardır.

‘Suhte karışıklıkları’ ve ‘Celali İsyanları’ olarak isimlendirilen bu sosyal çalkantılar hem toplumsal yaşantıda büyük sorunlar yaratmış hem de  1580-1610 yılları arasındaki ekonomik krize yol açmıştır.  XVI. yüzyılın ortalarından itibaren medreselerde aşırı öğrenci (suhte) birikmesi sonucu, kendileri için hiçbir gelecek ümidi göremeyen bu gençlerin gruplar halinde gerçekleştirdikleri soygunculuk ve tecavüz olayları, ayrıca vergilerini veya borçlarını ödeyemediği için toprağını bırakıp dağlarda soygunculuk yapmaya başlayan ‘levend’ gruplarının yarattığı asayiş sorununa çözüm amacıyla ümera (sancak beyleri ve beylerbeyiler) ‘sekban’ denilen askerleri beslemeye başladılar. Bu askerlerin masraflarını karşılamak için de köylüye ‘salma’lar salınıyordu. Ayrıca, eşkiya takibi bahanesiyle köylere gelen sekbanlar olmadık eziyetler ve yolsuzluklar yapıyorlardı. Köylü, eşkiyadan çok bunlardan şikayet etmeye başlayınca III. Murat köylülere ‘vali ve adamlarını köyünüze sokmayın’ diye ferman çıkardı. Köylüler de kendi milis kuvvetlerini oluşturdular. Ancak, yasaklamayla beylerbeyilerin ihtiyaçları ortadan kalkmadığı için bu ferman da çare olmadı. Kendi silahlı adamlarına sahip olmak beylerbeyilere isyan etme imkanını da veriyordu. Küçük eşkiya çetelerinin yarattığı asayişsizlik şeklinde başlayan olaylar giderek büyük isyan hareketlerine dönüştü. Eşkiya da, isyancı da, devletin askeri de ihtiyaçlarını köylüden gidermek zorundaydı. Sonunda, XVII. yüzyılın ilk yıllarında, ‘büyük kaçgun’ diye isimlendirilen, köylülerin köylerini boşaltıp ücra dağ başlarına kaçtığı ve Anadolu’nun bir yangın yerine döndüğü, korkunç boyutlarda bir kıtlığın yaşandığı bir döneme gelindi. 1606-1611 yılları arasında sadrazam olan Kuyucu Murat Paşa, 1607 - 1608 yıllarında, Anadolu'da sefer düzenleyip bölgeyi Celalilerden temizleme operasyonları yapmıştır. "Kuyucu" lakabını öldürttüğü Celali isyancılarını ve onların destekçilerini ölü ve diri derin kuyulara gömdürmesi nedeni ile almıştır. Yıllarca Anadolu'da öldürttüğü kişilerin kellelerinden yaptırdığı piramitler bir korku hikayesi olarak anlatıldı. Özellikle Alevileri hedef alarak, kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden, Celali eşkiyasına destek verdiğini düşündüğü herkesi öldürtmekte tereddüt etmedi. Bu sefer sırasında Anadolu'da öldürttüğü kişi sayısının 30.000 kişiyi geçtiği bildirilmektedir.[14]

XVII. yy başındaki çöküş ile kentlere ve İstanbul’a gelen nüfusu IV. Murat kendi bölgelerine dönmeye zorladı. Bu girişimlerin sonucunda da birçok acılar ve olumsuzluklar yaşandı.

1691-1696 arası devletin göçerleri baskı ile iskana zorlama çabalarını görmekteyiz. Amaç, yağmayı önlemek ve vergiyi arttırmaktı. Ama bu iş, tedricen ve özendirme yoluyla yapılacağına zor kullanılarak yapılmaya çalışıldı ve sonuç felaket oldu. Göçerler direndi, açlık ve eşkiyalık başladı.

Yukarıda sıralanan bütün örneklerde gördüğümüz ortak yaklaşım, herhangibir sosyal sorun ortaya çıktığında, bu sorunun kökenini araştırıp soruna yol açan sebepleri ortadan kaldırarak problemi çözmek yerine zor kullanarak sorunu bastırmak yoluna gidilmesidir.

Sonuç olarak, güvenlik, her zaman Osmanlı İmparatorluğu’nda bir sorun olarak geçerliliğini korumuş, bunun olumsuz etkileri de başta ekonomi olmak üzere her alanda kendini göstermiştir. Köylüler yol güzergahından kaçıp, daha ücra yerlerde yerleşmeyi yeğlemiştir, köyde tarım yapmaktansa dağda hayvancılık tercih edilmiştir, ticaret hayatı olumsuz etkilenmiştir,

Halil İnalcık, Osmanlı’da şehirleşmenin Avrupa’ya göre daha fazla olduğunu, ancak ancak bunun sebebinin sanayileşme değil, güvenlik nedeniyle köylerden şehirlere kaçış olduğunu söyler.[15]

Güvenlik sorunları yüzünden kuzey ülkelerine göç bile yaşanmıştır.[16]

Vergi ve soygundan kaçışın bir yolu da eşkiya olmaktı. Bu durum sorunun giderek büyümesine sebebiyet vermiştir.

Güvenlik sorununun yanısıra, belki de ondan daha vahim olarak Osmanlı ülkesinde bir de güven sorunu vardı ki bu da halkın devlete güven duymamasıydı. Bu durmun en çarpıcı örneğini 1858 yılında ‘Arazi Kanunnamesi’ çıkarıldığında görmekteyiz. Kanunnamenin esası, miri araziyi toprağı işleyen köylüye mülk olarak vermekti. Yani, köylü, kiracı olmaktan çıkıp mal sahibi olacaktı. Amaçlanan miri araziyi özelleştirip işleyene tapu vererek ayanların gücünü ortadan kaldırmak, özelleştirme yoluyla zirai üretimi teşvik etmek, geliştirmek ve devlet için hepsinden önemlisi vergi mükelleflerini belirlemekti. Ancak köylü, Osmanlı’ya güvenmediğinden üzerine tapu almak istemedi. Toprağın tapusunu ayanlar aldı.[17]

EKONOMİK POLİTİKALAR

GENEL BAKIŞ

Tarihçiler genellikle Osmanlı’nın ekonomi politikalarını fiskalizm ve provizyonizm olarak tanımlama konusunda birleşiyorlar. Örneğin Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik zihniyetini fiskalizm olarak isimlendiriyor ve fiskalizmi de  Van Klaveren’e atıfta bulunarak, ‘her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabası’ olarak tanımlıyor.[18] ‘Ekonomi dışı amaç’tan kasıt, ekonomik rasyonalitesi olmayan, yani, üretimi arttırmayı, verimi yükseltmeyi, kar etmeyi düşünmeyen bir yaklaşım olsa gerek. Peki, ne amaçla hazinesini doldurmak istiyor Osmanlı? Bunun cevabını da şöyle veriyor Halil İnalcık: ‘Devlet geleneğinde ekonomi, yanlızca devlet maliyesini ve dolayısıyla hükümdarın iktidarını güçlendirmenin bir aracı olarak görülürdü.[19] Hazinede ne kadar çok para veya külçe halinde altın ve gümüş bulunursa Padişah o kadar güçlü demekti ve devletin ekonomik faaliyetlerinin de ana amacı buydu.

Klasik Osmanlı, prekapitalist özellikler gösteren bir toplumsal yapıdır. Geçimliktir; provizyonisttir; fiskalisttir. Yönetimin temel kaygısı siyasi düzeni ekonomik dengelerle sürekli kılmaktır. Provizyonizm, başta payitaht olmak üzere kentlerin iaşesine öncelik tanır. Fiskalizm, devlet varidatını azamileştirerek siyasi yapıya istikrar kazandırır.

Osmanlı, merkentalizme taban tabana zıt bir politika izler. Merkantalizmde ihracat fazlalığı esas iken provizyonizmde ithalat fazlalığı gözetilir. Kıt kaynakların yurt dışına çıkışı engellenir. İthalat için her türlü kolaylık sağlanır. Kapitülasyonların gerisinde de bu tür bir mantık yatar.[20]

Ekonomi ilminin bize öğrettiğine göre, gelirleri en yüksek düzeye çıkarmak, üretimi arttırmak, verimliliği yükseltmek, maliyetleri düşürmek gibi yöntemlerle sağlanabilir. Osmanlı’nın bu alanların hiçbirinde bir çabası olmamıştır. Tarımın ilkel usullerle yapılıyor olmasını, ulaştırma maliyetlerinin çok yüksek olmasını, bütün bunların sonucu olarak pazar için üretimin çok az yapılabilmesini hayatın gerçekleri olarak kabullenmiş ve hazinenin gelirini arttırmada tek yol olarak vergi gelirlerinin yükseltilmesini benimsemiştir.

Provizyonizm (iaşecilik) ise ekonomik faaliyete tüketici açısından bakan yaklaşımdır. İhtiyaç maddelerinin piyasada bulunabilmesini garanti altına almaya çalışır. Osmanlı yöneticisi için bolluk ve ucuzluk eş anlamlı iki terim olarak görülür. Halbuki yüksek fiyatlar aktif bir piyasanın göstergesi olabilir, ancak bu tür bir yaklaşıma Osmanlı kaynaklarında pek rastlamayız.

Osmanlı yöneticilerinin çok değer verdiği bir başka husus, her şeyin bir defa kabullenmiş geleneklere göre cereyan etmesidir. ‘Olagelene muhalif’ bir davranışın meşru kabul edilmesi çok zordur.[21]

Osmanlı’nın temel ekonomik yaklaşımlarını yukarıdaki gibi belirledikten sonra, ekonominin konusu olan alanları inceleyelim.

Tarım ve Hayvancılık

Osmanlı İmparatorluğu, başından sonuna kadar bir tarım ülkesi olmuştur. Devletin toplam gelirlerin çok önemli bir kısmını köylerden alınan vergiler oluşturmaktaydı. Bu yüzden, toprak düzeni ve köylerin organizasyonu devlet için büyük önem taşımaktaydı. Yukarıda bölüm A 1 de açıklanmış olan toprağın hukuki statüsünün ve köy organizasyonunun ekonomiye yansımalarına baktığımızda şunları görmekteyiz:

Tımar sistemi, çok radikal bir ekonomik tercihi ortaya koymaktadır. Toprağın mülkiyetini devletin elinde tutmak ve kullanım hakkını küçük parçalar halinde köylüye vermek, büyük toprak sahiplerinin ve bu yolla oluşabilecek sermaye birikiminin istenmediğinin açık göstergesidir. Devletin bu tercihi yapmış olmasının iki nedeni olabilir. Birincisi, aristokrasinin gelişmesine karşı olması, ikincisi, sosyal devlet olma, halkını ezdirmeme düşüncesi. Büyük ihtimalle bu sebeplerin ikisi birden geçerlidir. Ancak, yukarıda Bölüm A 3 te, XVII. yüzyılda tımar sistemin beslediği askerler işlevini yitirince ve acil finansmana ihtiyaç duyunca, devletin bu iki tercihini de bir tarafa bırakarak iltizam ve malikane sistemine geçtiğini görmüştük. Ancak yapılan bu sistem değişikliği, devletin beklentilerine uygun çözümleri ortaya koyamadı. Cebelilerin ağır silahları kullanmaları söz konusu olamayacağından onların sayısını azaltıp Yeniçerilerin ve ümeranın (sancak beyleri ve beylerbeyilerin)  beslediği askerlerin (sekbanların) sayısı yükseltildi ama yeniçeriler maaşlı asker olduğundan bunların hazineye getirdiği yük arttı. Bunun üzerine, maaşı yüksek yeniçerilere tımar vermek, diğerlerinin de başka kazanç kapıları aramasına göz yummak yoluna gidildi ve bu durum, hem yeniçeri ocağının hem de tımar kurumunun bozulmasına yol açtı. Diğer taraftan, İltizam ve malikane sistemi ile devlet vergi gelirini peşin almaktaydı ama  bir vergiyi ömür boyu toplamak hakkını kişilere satarken devletin aldığı para fiili olarak toplanan vergi gelirinin çok küçük bir yüzdesini oluşturmaktaydı. Bir yabancı kaynağa göre gelir kaybı %80 lere varıyordu.[22]

Devlet, vergi toplamak için bütün bu yöntemleri geliştiriken, bu işi, bugün tüm devletlerin yaptığı gibi, doğrudan kendi memurları vasıtasıyla yapmayı niçin düşünmedi? Tımar sisteminde devletin bir gelir kaybının olmadığı kabul edilebilir ama, iltizam ve malikane sistemlerinde muazzam kayıplar söz konusudur. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sermaye Birikimi adlı incelemesinde yüksek rütbeli devlet memurları ve sarraflardan sonra mültezimlerin en büyük servete sahip olduklarını söyler.[23] Yine Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi adlı kitabında, ayanların nasıl ortaya çıktığını incelerken bunların çoğunun mültezimlik sayesinde servet sahibi olduğunu belirtir.[24] Vergi toplama işini iltizama vererek veya malikane sistemini kullanarak devlet parasını peşin almaktadır ama kendi hakkı olan paranın % 80’ini bu aracılara kaptırmaktadır. Belki daha da kötüsü, en önemli yönetim prensibi olarak benimsediği merkeziyetçiliğin yıkılmasına kendi eliyle sebep olmaktadır. Bir başka olumsuzluk olarak ta, eğer gerçekten tebaasına hakkaniyetli davranma kaygısı taşıyorsa, bunu da bir bir tarafa bırakmaktadır.

Vergilerin devlet memurları tarafından toplanması konusuna dönecek olursak, II. Mahmut bunu 1831 de tımar sistemini resmen sonlandırdıktan sonra denedi ama başarılı olamadı. 1839’da bir deneme daha yapıldı. İltizam usulü resmen feshedildi. Yine olmadı, 1842 de iltizama geri dönüldü. 1856 Gülhane Hatt-ı Hümayunu iltizam sistemini yine kaldırdı ama buda başarılı olamadı. 1880 de yine kaldırılıp 1886 da yine kondu.[25] Tabii ki sık sık yapılan sistem değişikliklerinin köylüler için ilave sıkıntılar yarattığını tahmin etmek zor değil. Doğal olarak  aklımıza ‘niçin başarılı olunamadı’ sorusu geliyor. Osmanlı’nın en önemli güçlü yönlerinden birisi gelişmiş bürokrasi olduğuna göre, bu konuda bir yetersizlik olmasa gerek diye düşünüyorum. Elimde bu soruyu cevaplayacak bir referans yok. Akıl yürütme ile bulduğum cevap ‘rüşvet’tir. Herhalde, devlet memurları mültezimlerden de daha fazlasını kendilerine ayırmış olmalı. İşin ilginç tarafı, Düyun-u Umumiye, vergi tahsilatı için kendi memurlarını görevlendirmiş ve başarılı olmuştur.[26]

Osmanlının uyguladığı bu sistemlerin ekonominin gelişmesi üzerindeki etkilerine bakacak olursak gördüğümüz manzara şudur: Anadolu’da genelde topraklar verimsizdir. %90 nadas usulüyle hububat (arpa, buğday %80) ekilmektedir. Devletin  verimliliği arttırma yönünde herhangibir çabası, örneğin entansif tarıma geçiş için bir teşviği olmamıştır. Rumeli, Anadolu’ya kıyasla tarım teknolojisi açısından ileri olduğu görülmektedir.[27] Bu, görece üstün tekniklerin Anadolu’da da uygulanması için bir çaba bile yoktur. Reayanın işlettiği küçük çiftliklerde herhengibir gelişmenin yapılabilmesi zaten söz konusu olamaz çünkü bu ailelerin imkanları kısıtlıdır. Ancak karınlarını doyuracak kadar üretim yapabilmekte, çoğu kez vergileri borç alarak ödeyebilmektedirler. Miri toprak düzeninin büyük ölçekte toprağın  mülkiyetinin bir elde toplanmasına müsade etmemesine rağmen, Osmanlı Devleti’nde iki kez büyük çiftliklerin kurulmasına uygun ortam  oluşmuş ama bu gelişmelerden de tarım ekonomisini canlandıracak sonuçlar ortaya çıkmamıştır. Bunlardan birincisi, XVI. yüzyıl ikinci yarısında Anadolu’da yaygın olarak ortaya çıkan çiftbozanlığın sonucunda köylüler tarafından terkedilen toprakların, çoğu kapıkulları olan bazı zenginlerin elinde toplanması şeklinde gerçekleşti. Bu şahısların çoğu İstanbul’da oturmaya devam edip topraklarını oradan yönetmeye çalıştılar. Kaçakçılığı daha kolay olduğu için tarım yerine hayvan beslemeye yöneldiler. Hayvanları ekili arazilere zarar verdiğinden verimlilik daha da düştü.[28] Büyük çiftliklerin kurulması için ikinci fırsat, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda hem ihracata hem de iç ticareteki gelişmelere bağlı olarak tarımın ticarileşmesi imkanının doğmasıyla ortaya çıktı. Köylülerin vergilerini ödeyebilmek için sık sık borçlanmak zorunda kalmaları sayesinde topraklarını ellerinden almak parası ve nüfuzu olan kişiler için zor değildi. Tasarruf hakkını kaybeden köylü ortakçı durumuna düşmekte veya köyünü terk etmekteydi. Tipik çiftlikler önce yerleşimin seyrek olduğu yerlerde kurulmuş ve sonradan yakında oturan köylülerin tasarruf hakları, şu veya bu şekilde, ellerinden alınmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında iç ve dış talep artışı, aşiretlerin iskan edilmesi sonucu güvenliğin artması gibi etkenler büyük çiftliklerin oluşumunun önünü açtı. Müteşebbisler mevat arazileri işlemeye başladı. Yerleşmiş aşiret mensupları ücretli işçi oldu. XVII. yüzyılda bunları özellikle Rumeli’de, taşımacılık yapılabilen nehir boylarında ve bugünkü Bulgaristan kıyı şeridinde görmekteyiz. Bir grup büyük çiftlik te Arap eyaletlerinde ve Güneydoğu’da aşiretlerin yerleştirilmesi sonucu ortaya çıktı. Bütün bu saydıklarımıza rağmen ticari tarıma dayanan çiftliklerin yayılışının çok yavaş olduğunu belirtmek gerekir. 1850 den evvel Anadolu’da büyük çiftlik azdır. Bu durumun sebepleri arasında işçi bulma problemini, hayvancılığa rağbetin hala fazla olmasını, elverişsiz nakliye koşullarının pazar için üretimin ve ihracatın önünde engel oluşturmasını sayabiliriz. Ayrıca devlet bu konuda teşvik edici değil, engelleyici olmuştur. Örneğin, Tanzimat’tan sonra merkezileşme politikasıyla (Rumeli’dekiler değil ama ) Anadolu’daki çiftlikler istimlak edilmiştir. Bir diğer çarpıcı gerçek te, tarımda oluşan ranta sahip olabilmek için toprağa sahip olmanın gerekmiyor olmasıdır. Köylünün pazar için ürettiği malların pazarlamasını köylünün kendisi değil zaten mültezimler ve ayanlar yapmakta ve bu yolla para kazanmaktadırlar. Bu yüzden ayanlar genellikle köylünün tasarruf hakkına dokunmayı gerekli görmemiştir. Aynı dönemde başgösteren köylü isyanlarını ve sürekli gündemde olan güvenlik sorunununu da caydırıcı sebeplere ilave etmemiz gerekir. Sonuç olarak XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bir miktar büyük çiftlik kurulmuş ancak ekonominin genelini etkileyebilecek duruma gelememişlerdir. 

XIX. yüzyıla gelindiğinde bile entansif tarıma geçiş olmamıştır. Üretimdeki artışlar ancak ekilen arazinin genişlemesi sonucudur. Ekilen toprak alanı, mültecilerin ve göçerlerin yerleşmesiyle artmaktaydı.  Aşiretlerin iskanı ve asayişin düzelmesi de üretim artışında etken olmuştur. Ürünün pazarlanması bu yüzyılda da mültezimler tarafından yapılmaktadır.

Sanayi

Zenaat erbabı, Batı’daki burjuvazinin Osmanlı’daki karşılığıdır. Bunlar loncalarda örgütlenmiştir.  Zenaatçılıkta başta dokuma ve deri, sonra maden gelir. Halı kilim sanatı İran’dan Türmenlerle geldi. Dericilik Türkmenler, maden Rum ve Ermenilerden öğrenildi. Dericilik (debbağlık) deriden kösele ve sahtiyan yapıp boyama, hayvan mutabiyesi ve ayakkabı imalatı şeklindeydi.

Dokumacılık, Ege, Isparta, Afyon, Denizli, Akşehir’de pamuklu; Halep, Şam, Antep’te lüks; İstanbul’da keten; Bursa’da ipek; İstanbul ve Selanik’te yünlü çuha; Ankara’da tiftik (sof) şeklindeydi.

Dericilik ve dokumacılığa paralel boyacılık gelişmişti.

Dokumacılık

El sanatları sadece kent ve kasabalarda değil köylerde de bulunabilmekteydi. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Ankara civarında sof dokuma, Bursa, Denizli ve Isparta’da pamuklu dokuma yaygındı.

Bursa’ XV. yüzyılda uluslararası ipek ticaretinin merkezlerinden biri haline gelince, ipekli dokumacılık ta gelişti. Ham ipek Azerbeycan’dan gelmekteydi. I. Selim, Safevilerle savaşa girince ham ipek ithalatını yasakladı. Bu dönemde krize giren üretim, I. Süleyman’ın yasağı kaldırmasıyla tekrar eski canlılığına kavuştu. 1570’li yıllarda yine İran savaşlarının etkisiyle sorunlar yaşandı. Bu dönemde Amerika’dan gelen kıymetli madenler sayesinde Avrupa’da yükselen refah düzeyi ipekli kumaşlara olan talebi de arttırdı. İngiltere’de de ipekli üretimi başladı. 1580 yılında İran’dan ipek ithal edip Avrupa’da satmak üzere İngiliz ‘Levand Company’ kuruldu. Talep artışı, beraberinde hammadde fiyatlarının artışını da getirdiğinden, Osmanlı’nın ipekli dokumacılığı zor durumda kaldı. XVI. yüzyılda İngiliz yünlüleri de piyasaya girmeye başlayınca çöküş daha da hızlandı.

XVI. yüzyılda Selanikte kurulan yünlü dokumacılığı da benzer bir gelişme gösterdi. 1492 de İspanya’dan kovulup Osmanlı Devleti tarafından Selanik’e yerleştirilen Yahudilerin kurduğu bu sanayi orta kalitede yünlü kumaşlar konusunda uzmanlaştı. Yeniçeriler için üniforma üretti. Hammadde Balkanlar’dan temin ediliyordu. Aynı dönemde Venedik yünlü dokumacıları da Balkanlar’dan yün ithal etmekteydi. XVII. yüzyılda Venedik üretimi geriledi ama onların yerine Felemenk ve İngiliz tüccarların talepleri başladı ve  ham yün fiyatları arttı. Gerçi Osmanlı Devleti Selanik’te kurulu endüstriye Balkanlardan yün temininde (ordu için de üretim yaptıkları için olsa gerek) bir öncelik tanıyordu ama bu önlemler Selanikli dokumacıların girdi fiyatlarının yükselişini durdurmaya yetmedi. Yün fiyatları yükseldiği halde Balkanlardaki sürü sahiplerinin artan talebe niçin ayak uyduramadıkları bir soru işaretidir. Selanikli dokumacıların tek sorunu hammadde fiyatlarının artması değildi. Levand Company, İran ipeğini Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya götüren gemilerine geri dönüş yükü olarak XVII. yüzyılda gelişen İngiliz yünlü kumaş dokumacılığının ürünlerini yükleyip Akdeniz limanlarına indirmekteydi.

Hem tedarikte hem de pazarlamada karşılaşılan bu rekabet sonucu Osmanlı yünlü ve ipekli dokumacılığı XVII. yüzyılda zor durumda kaldı. Buna rağmen Bursalı üreticiler, ham ipeği Bursa’da üreterek, sadece saray için değil, varlıklı ve orta gelirli şehirlilere de satabilecekleri kumaşlar dokuyarak kentin ipek ekonomisini yeniden canlandırmayı başardılar.[29]

Sanayide genel olarak XVII. yüzyılın ikinci yarısında, 1683 yılında başlayan Osmanlı-Habsburg savaşlarına kadar süren bir canlanma görülmektedir. Bu dönemde, Ayntab (Gaziantep) ve Tokat’ta da dokumacılık atılımları görmekteyiz.

Genel olarak, XVIII. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa malları rekabetinin Osmanlı mamul madde üretimine köstek olmadığını söylemek mümkündür. En azından ulaşım zorlukları yerli sanayinin korunmasında etkili olabilmiştir. İthal malların Osmanlı piyasasına hakim olması ancak sanayi devriminden sonra meydana gelen bir olaydır.

Osmanlı ekonomisinin göreceli olarak genişlediği dönem 1760’larda sona ermiş ve yerini uzun süre boyunca devam eden bir iktisadi bunalıma bırakmıştır.

Savaşların ekonomiyi olumsuz etkilemesi son derece doğal, ancak bu konuda da Avrupa ile Osmanlı arasında önemli bir fark var. Avrupalı krallar genellikle savaşları finanse etmek için çeşitli kaynaklardan kredi alıp savaş bittikten sonra zamana yayılmış olarak bu krediyi geri ödüyorlar. Osmanlı’daki uygulama ise mal ve emek şeklindeki savaş gereksiniminin ücretsiz olarak veya piyasa fiyatının çok altında bedelle halktan karşılanmasıdır. Bu durum ekonomiyi çok daha olumsuz etkilemekte ve savaştan sonra toparlanma süresinin daha uzun olmasına yol açmaktadır.

Madencilik

Osmanlı’da madenler de devletin malı sayılmaktadır. Devlet tarafından atanan maaşlı bir ‘emin’ tarafından işletilir veya açık arttırma yoluyla iltizama verilirdi. Mültezime genellikle satışta tekel hakkı tanınırdı.

Demirciler tarım aleti ve silah, bakırcılar kapkacak yapmaktaydı. Demir madeni Bilecik, bakır madeni Küre’de çıkıyordu. Madenler ihraç ta edilmekteydi. 1550’den sonra Avrupa rekabeti karşısında madencilik geriledi.

Tersane

Tersaneler genellikle eminler eliyle işletilirdi. Ancak, günlük işletilmesinde iltizam küçümsenmetecek bir rol oynamıştır.

Sanayinin çöküş nedenleri:

Yerli üreticiyi korumak amacıyla müdahalede bulunmak, klasik dönem Osmanlı düşüncesine yer almamaktadır.

Kuruluş döneminde, doğudan sadece lüks kumaş geliyordu. Bununla rekabet edecek tezgahlar da vardı. Yani, sanayi başlangıçta iyi konumlanmış durumdaydı. Ancak sonradan, aşağıdaki olumsuzluklar ortaya çıktı:

·        Avrupalı alıcılar hammaddeyi yüksek fiyattan kapattı.

·        Esnaf loncaları Ortaçağ kurallarına bağlı kaldı. Lonca sistemi serbest gelişmeyi engelleyici yapıdaydı, Batı’nın uyguladığı yeni mali yöntemlerden haberdar olmadı.

o   Adam yetiştirmede mamul üretmede ince kurallar vardı. Müşteri zevkine ve kesesine göre ürün çeşitlendirmek mümkün değildi.

o   Fiyat, maliyet ve harcanan emeğin üzerine % 10-15 civarında bir kar getirecek şekilde kadılar tarafından belirleniyordu.

o   Sermaye küçüktü. Şirketleşme yoktu.

·        Sermaye birikimi mümkün olamadı. Avrupa’da ise esnaf, krallara borç verebilecek hale geldi.

Kentsel piyasa, sınırlı bir pazar için, sınırlı miktarda mal üretimine dayanıyordu. Bu işlemi devlet düzenliyor ve muhtesip denilen çarşı müfettişleri ile denetliyordu. Muhtesip, kadıya bağlıydı. Malların fiyat ve kalitesi devletin kontrolü altındaydı. ‘Lissez-faire’ anlayışının tam karşıtı bir denetim yaklaşımı söz konusuydu. Devlet, yetersiz üretim tüketiciyi, aşırı üretim zenaatkarı mağdur eder düşüncesiyle, üretim miktarlarını, kaliteyi ve fiyatları denetim altında tutmaya çalışıyordu. Ekonomilerin sürekli genişleyen bir piyasa temelinde gelişmesi ilk defa İtalya’da gerçekleşti.

Avrupalılar, Osmanlı dokumalarını önce taklit etti, sonra geçti. Bu alanda devlet müdahalesi yoktu; çünkü sadece ihtiyaç maddeleri kontrol ediliyordu.[30]

Osmanlı’nın sürekli kıymetli maden darlığı içinde olduğu göz önünde tutulduğunda, Bosna ve Sırbistan’daki gümüş madenlerinin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Osmanlı, I. Murad’tan itibaren bu madenleri kontrole çalıştı. II. Mehmed zamanında denetim sağlandı. Ancak, teknolojide hiçbir geliştirme yapılmadı. XIII. yüzyılda Sakson göçmenlerin kurduğu teknoloji kullanılmaya devam edildi. Osmanlı sadece kendi mukataa sistemlerini bu madenlerin idari örgütlenmesi üzerine yamamakla yetindi.[31]

Büyük kentlerde genişleyen pazarın, yeni üretim standardlarına talep yaratığı durumlarda dahi devlet gelişmelerin önünü hep tıkamıştır. Örneğin, XV. yüzyıl sonlarında Bursa’da halktan ucuz ipekli talebi geldi. Loncalar, yönetmelikleri boş verip ucuz ipekli üretti. Devlet derhal tepki gösterip, üretim standardını inceden inceye tarif eden düzenlemeye gitti.[32] Avrupa Pazar ekonomisi ile Osmanlı sistemi arasındaki en önemli fark işte budur. Bu fark, Batı’nın ekonomik üstünlüğü ve Doğu sanayilerinin gerilemesinin altında yatan etkendir.

Devlet İşletmeleri

III. Selim, 1790-1804 arasında, İstanbul civarında askeri malzemeler üreten fabrikalar kurdu. 1826-30 arası benzer bir hamle daha yapıldı. Daha sonra Avrupa teknolojisi ile çalışanlar da getirildi. 1840-50 arası İstanbul’da sanayi parkı kuruldu.

XVIII. yy da da öncelik savaş malzemesi teminiydi. Bunların üretimi kontrol altında tutuluyordu. İhracat yasaktı. Bu durum, verimlilik kaybı yaratıyordu. Savaş zamanında ihtiyaç duyulan maddeler üreticiden, Pazar fiyatının altında, emirle temin ediliyor, üretici zarar ediyordu. Üretime nezaret eden mültezim ve işçiler dahil herkez yeniliklere kapalıydı.

Savaşla ilgili olmayan devlet işletmeleri genelde dokumacılık üzerinedir. Fransızlar hep devlet işletmelerinin kurulmasını engellemek istedi çünkü Osmanlı’ya kumaş ihraç ediyorlardı.

1870 ten sonra İstanbul’da özel teşebbüs arttı. Fabrikaların çoğu İstanbul ve Rumeli’de kuruldu çünkü nüfus bu bölgelerde yoğundu ve ve ulaşım kolaylıkları vardı. Çocuk işçi yaygındır. 1870-1914 arası mensucat, ayakkabı ve diğer malların üretiminde artış oldu. Aynı dönemde üretim ve ihracatta artış yaşandı. En önemli etken vergilerin azaltılmasıydı. 1873-96 fiyat buhranı yüzünden zirai ürünlerin getirisinin azalması da sanayi üretimini arttırdı. Avrupa’da işçilik yüzyılın II. Yarısında arttı. Osmanlı’da düşük kaldı. Ancak verimlilik artışıyla bu fark kapatılıyordu.

Ticaret

İç Ticaret

Yerel ticaretin başlıca dayanağını köy pazarları ve bazı bölgelerde yılda bir veya iki kez kurulan panayırlar oluşturmaktadır. Köylüler, kendilerinden nakit olarak istenen vergileri karşılayabilmek için pazarlara mal götürmek zorundaydılar. Bunun dışında, tımar sahipleri, has mültezimleri ve mütevellilerin pazarlarda tarım ürünleri sattıkları veya sattırdıkları bilinmektedir. Özellikle haslarda elde edilen ürün, hemen hemen tamamıyla pazarlara sevk edilmiştir. Kırsal alanlardaki ticari faaliyet eskiden sanıldığından çok daha önemli olmakla birlikte, mal dolaşımının kent pazarlarındakinden daha düşük olduğu bir gerçektir. Çünkü, köylünün alım gücü, kentlininkinden çok aşağı kalmaktadır.[33]

Karadeniz’in kuzey ve güney kıyılarında canlı bir mal değişimi vardır. Anadolu’dan pamuklu ve softan yapılmış kumaşlar gitmekte, kuzey limanlarından ise hayvancılık ürünleri İstanbul’a ve Anadolu’ya gelmekteydi. 1580’li yıllardan itibaren Celali isyanları iç ticarete ağır bir darbe vurmuştur. Ancak 1650’lerden sonra iç ticarette yeniden canlanma görülmektedir. XV. ve XVI. yüzyıllarda iç ticarette Müslüman Osmanlı tüccarların ağırlığı vardır. XVIII. yüzyılın son çeyreğine kadar bu durum devam etmiş, ancak XIX. yüzyılda tamamen değişmiştir. Denizaşırı ticaret ise genellikle yabancı tüccarlar tarafından yürütülmüştür.

Dış Ticaret

Osmanlının ilk dönemine tekabül eden XIV. ve XV. yüzyıllarda dış ticaret akışı kabaca şöyle tanımlamak mümkündür: Ortadoğu, Doğu’dan, para karşılığı, ipek ve baharat alıp Batı’ya satmaktaydı, Doğu’ya sattığı birşey yoktu. Batı’dan sanayi ürünü (dokuma) alıyor, hammadde satıyordu.[34] Osmanlı’nın Batı’ya sattığı mamul madde yok değildi. XIV. yüzyılda Anadoluda dokumacılık, madeni eşya ve deri sanayileri gelişmişti.[35] Bu dönemde Avrupa’ya halı ihracatı yapıldığı bilinmektedir.

Bizans’ın gerileme döneminde başta Venedikliler ve Cenevizliler olmak üzere İtalyan tüccarlar Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de kurdukları ticaret kolonileriyle bu bölgede hem siyasi hem de ticari egemenlik oluşturmuş durumdaydı. Bazı tarihçiler İstanbul’un fethinin Levant – Orta Avrupa ticaretine ölümcül darbe indirdiğini idda eder. Oysa Osmanlılar bu ticareti canlı bir şekilde sürdürmüştür. Osmanlılar, siyasi egemenliği kırmak için mücadele ettiler ama ticarete engel olmayıp, kontrol altına almak ve ondan yararlanmak yolunu seçtiler.[36] Örneğin, Cenova devlet olarak çekildikten sonra bile Ceneviz tüccarları Sakız adasını ellerinde tutmaya devam ettiler.

Osmanlı, uluslararası güç dengelerini, ticari çıkarlarını gözetecek şekilde kontrol altında tutmaya büyük özen göstermiştir. Venediklilerin Doğu Akdeniz’deki üslerini ele geçirmelerine rağmen Venedikli tüccarlar XVI. yüzyıl boyunca Doğu Akdeniz’de ticaret yapmaya devam etti. Çünkü XVI. yüzyıl İtalya’sında İspanya hakim politik güç oldunca, Venedik ve Osmanlı arasında bir çıkar birliği doğmuş oldu. Osmanlı, Avrupa ticaretini sürdürmekte Venediklilerden yararlandı, Venedikliler de, ortak düşmanlarına karşı Osmanlı korumasına sığındılar. 1570 Kıbrıs savaşından sonra bile Venedik, 1573 yılında müttefiklerini terkedip Osmanlılarla tekrar ticari ilişkiler kurdu. Venedik’e karşı Dubrovnik ve Ancona’yı desteklenmesi, Osmanlı’ya haraç ödeyen bu iki küçük şehir devletinin, Batı’ya açılan pencere gibi tutulması[37] Osmanlı’nın bu akılcı yaklaşımlarına verilebilecek örnekler arasındadır.

Daha sonra Osmanlı Devleti, Venedik ve müttefiki Habsburglarla mücadeleye girişince, Venediklilere vermiş olduğu  ayrıcalıkları Fransa, İngiltere ve Hollanda’ya da tanıdı.

Merkantalist yayılma peşinde koşan her Avrupa ülkesi sultandan ekonomik ayrıcalık koparmaya çalıştı. Batı, yeni kurulmakta olan ipekli ve pamuklu dokuma sanayileri için, en azından başlangıçta, Osmanlıdan yada Osmanlı üzerinden sağlanan hammadde kaynaklarına muhtaçtı. Batıda ilk tutunan imtiyazlı şirketler Levant kumpanyalarıdır. XVI. yüzyılın sonuna yaklaşırken Osmanlı İmparatorluğunda İngiliz tüccarların faaliyetleri giderek önem kazanmaya başladı. Levant Company çatısı altında faaliyet gösteriyor olmaları sayesinde kurumsal güce sahip olmuşlar ve kendi içlerinde rekabetten kaçınabilmişlerdir.[38]

Portekizlilerin Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a ulaşması önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı, bu bölgede Portekiz’le süreklilik arzeden bir rekabete girişti. Yemen, önemli bir stratejik konumdaydı. 1539’da Yemen’de bir beylerbeylik kuruldu. Portekizliler okyanus üzerinden baharat ticaretinde tekel oluşturmak için çok çalıştılar ama, Arabistan ve Basra üzerinden yapılan ticarete engel olamadılar. XVI. yüzyıl ortalarında yeni bir denge oluştu. Avrupa piyasalarına Mısır üzerinden Venediklilerin getirdiği baharat, okyanus üzerinden Porkekizlilerin getirdiği ile rekabet etmekteydi. Kahire’den başka ikinci önemli ticaret merkezi de Basra ve İran üzerinden gelen kervanların son durağı olan Halep’ti. Halep’in limanları ise Trablusşam ve İskenderun’du. İran’dan ve Suriye’den gelen ham ipek bu yolla Avrupa’ya ulaşmaktaydı. Ayrıca bu bölgede canlı bir yerli dokumacılık ta mevcuttu. Avrupa’dan ise yünlü kumaşlar gelmekteydi. XVI. yüzyılın Basra’sı da dokuma ticaretinin canlı bir merkezidir. İleriki dönemde Hint kumaşları bu bölgenin ticaretinde büyük önem kazanmıştır.

Dönemin en önemli gıda maddesi olan buğdayın durumuna da burada bir göz atmakta yarar var. Osmanlı Devleti iaşeci politikası doğrultusunda genellikle buğday ihracatını yasaklama yoluna gitmiştir. Ancak, Avrupa’da buğday fiyatı yüksek olduğundan kaçak yollarla buğdayın yurt dışına çıkmasına engel olamamıştır. Tarihçiler genellikle buğday kaçakçılığını, iç pazarda kıtlığa sebep olması dolayısıyla, Osmanlı ekonomisi için bir felaket olarak değerlendirirler. Bu tür bir değerlendirme yapılırken, malını kaçak veya yasal yoldan daha yüksek fiyatla satan üreticinin, eline geçen parayla üretimini arttırmak için hiçbir imkana sahip olmadığı varsayılmaktadır. Bu varsayım ne kadar doğrudur? Eğer doğru ise, bu kısırlığa yol açan etkenler nelerdir? Bence sorulması gereken kritik sorular bunlardır. Bu konuyu, sonuç bölümünde tekrar irdelemeye çalışacağım.

Batı, başlangıçta, yeni kurulan dokuma endüstrisi için Osmanlı hammaddesine muhtaçtı. XVI. yy’da Osmanlı, dünya ticaretinde belirleyici rol oynuyordu.[39] İtalyan tüccarlar, bankacılık, kredi, ticari mektup, kağıt para, şirketleşme gibi araçları kullanmaya başlamıştı. Diğer Avrupalılar İtalyanları takip etti. Kuzey Denizi ve Baltık Denizi ikinci Akdeniz oldu. XIV. yy da dokumacılık Fransa ve İngiltere’ye geçti. Milli iktisat politikaları doğdu. Merkantalizm ortaya çıktı. Atlantik limanları Akdeniz’in önüne geçti. İşadamları, verdikleri güven sayesinde sermeye celbedip işlerini büyüttüler. Rönesans, dünya nimetlerinden faydalanma tutkusu yarattı. Ekonomi canlandı. XV. yy sonu para darlığı ortaya çıktı. Fiyatlar düştü. 1493-1520 arası Amerika’dan gelen kıymetli madenler fazlalık yarattı. Bu durum, enflasyona ve dış alımın yükselmesine sebep oldu. Avrupa, hammadde alıp mamul satmaya başladı.

1492’de İspanya’dan 1497’de Portekiz’den 1510-11’de İtalya’dan kovulan Yahudileri Osmanlı kabul etti ve başta Selanik ve Avlonya olmak üzere kendi topraklarına yerleştirdi. Bunlar denizaşırı ticaretle uğraşmaya başladılar. Avlonya Venedik’e rakip deniz ticaret üssü olarak düşünüldü. 1570-73 Venedik savaşı sırasında ticaret bağımsız Dubrovnik’e kaydı.  1590’da Split serbest liman kabul edildi. Osmanlı yahudileri buraya yerleştirdi ve burası Osmanlı Venedik ticaretinin merkezi oldu.

XVI. ve XVII. yüzyıllarda Avrupa’daki merkantilist yaklaşımlar çerçevesinde Avrupa devletleri tüccarlarına her türlü desteği verirken Osmanlı’da böyle bir yaklaşım söz konusu olmamıştır.

Yöneticiler ticarete karşı destekleyiciydi, tüccarlar mültezimlik yapıp devlete borçlu duruma düşmedikçe servetlerini miras bırakabilmekteydiler. Buna rağmen, büyük tüccarların bile serveti sancakbeyi gibi orta kademe yönetici ile yarışamazdı. Spekülatörlük yapan ve fahiş faiz alanlara ise yöneticilerden düşmanca tutum vardı. Bu tür kimselere, İstanbul’a celeplik yapmak, Hicaz kervanlarına deve temini gibi cezalar verilmekteydi.

XVIII. yy da Osmalı’da ithalat tırmandı, imalat tökezledi. Bunun en önemli sebebi güvensizliğin artmasıydı.

XIX. yüzyıl, hem siyasette hem de ekonomide radikal reformların gündeme geldiğini, Osmanlı ekonomisinin dünyaya entegre olma çabalarını görmekteyiz. Genelde ekonomini liberalleşmesi yönünde adımlar atılmış ama bir taraftan da himayecilerle serbest ticaretçilerin çatışması yaşanmıştır.

Para ve Bankacılık

Osmanlı 1327’ye kadar II. Mesut adına 1327’de Orhan Bey adına sikke kestirdi. O dönemdeki diğer ülkelerde olduğu gibi Osmanlı’da da paranın değeri itibari değil, gerçektir.

Orhan Gazi döneminden XVII. yüzyıla kadar gümüşten darbedilen bir para olan akçe, Osmanlı İmparatorluğu’nda geçerli olan esas para birimini oluşturmaktadır.

Yeni akçe kesimi devlet tarafından bir gelir kalemi olarak düşünülmüş ve bu işleme sıksık başvurulmuştur. Yeni akçe kesilirken eskisi alınır ve aynı sayıda yenisi verilirdi. Yeni akçe %10-25 oranında daha az gümüşten yapılır, böylece aynı miktarda gümüşten daha fazla akçe basılarak devlete gelir sağlanmış olurdu. Tabii ki bu işlemin sonucu olarak akçenin alım gücü düşerdi ama, piyasada çoğu malın fiyatı devlet tarafından narh konularak belirlendiğinden ve yine birçok mal tekel konusu olduğundan enflasyonun etkilerinin görülmesi zaman alır, bu da devlete bir miktar avantaj sağlardı. Gümüş ve tedavülden kalkmış eski akçe bulundurmak yasaktı. Yakalanırsa dirhemine (3,2gr) iki akçe verilerek el konurdu. Kıymetli maden darlığı yüzünden yabancı para bulundurmak ve kullanmak yasak edilmemiştir. Kalpazanlığın cezası ise idamdı.

Ufak para olarak bakırdan kesilmiş pul (füls, mangır) kullanılırdı. Bu para, pulcular tarafından kendi iltizam bölgelerinde esnafa bozdurulurdu. Pul ise, akçenin tersine, itibari değerdeydi. [40]

1477-8 de altın sikke (Sultani) basıldı. Venedik Duka’sına rakip olarak düşünüldü ve itibarını korumak için XVII. yy sonuna kadar ayarı ve ağırlığı değiştirilmedi.

Altın çok az miktarda Balkanlardan çıkarıldı. Esas Mısır ve Sudan’dan gelmekteydi.

Osmanlı, yeni fethedilen yerlerin parasının tedavülüne müdahale etmedi. Bunun en önemli sebebi, kıymetli maden darlığı yüzünden yeterli miktarda para basılamamasıdır.

XVI. yüzyılda Batı ticareti fazla, Doğu ticareti açık veriyordu. Amerika’dan gelen gümüş, Osmanlı üzerinden Doğu’ya akıyordu.

Amerika’dan kıymetli maden akışı XVI. yüzyılda enflasyona sebep oldu. Nüfus artışının da etkisiyle

tarımsal ürünlerin fiyatı mamul mallardan hızlı arttı. Fiyat artışından Osmanlı maliyesi olumsuz etkilendi, çünkü devlet gelirleri akçe üzerindendi. 1585 yılında yapılan büyük tağşişte paranın değeri %44 oranında düşürüldü. Akçede devalüasyon siyasal sonuçlar doğurdu. 1589 da ücretlerinin yeni mağşuş akçe ile ödeneceğini öğrenen yeniçeriler ayaklanıp baş defterdar ile bazı devlet erkanının idamını talep ettiler ve istediklerini yaptırdılar. Askeri isyanlar sıklaştı.

XVII. yüzyıl boyunca birçok tağşiş gerçekleşti. İstikrarsızlık arttı. Paraya olan güven azaldı. Amerika’dan gümüş gelmesine rağmen Osmanlı’da gümüş darlığı sürmekteydi. Bazı gümüş madenlerinin kapanmış olması bunun sebebi olabilir. Yabancı sikkeler kullanılmaya başlandı. Avrupa’da basılan sahte paraları halk bile bile kabul etti.

XIX. yüzyılda paranın değer kaybı giderek hızlandı. II. Mahmut döneminde altın para 35 kez, gümüş para 37 kez değişikliğe uğradı. 1844 te gerçekleştirilen para reformuyla (tashih-i ayar) Fransa tipi ‘bimetalizm’ (hem altın hem gümüş para sistemi) benimsendi. Mecidiye ve kuruş para birimleri olarak kabul edildi.

Yeniçeriliğin kaldırılışı, Yunan isyanı, ve Rusya savaşı, Mısır sorunu devlete büyük mali yük getirdi. Tanzimat’la birlikte parasal sıkıntı had safhaya ulaştı. Artık paranın ayarı ile oynamak ta devlete bir fayda sağlamaz olmuştu çünkü, piyasa göstergelerinin dışlandığı, fiyatların devlet tekelleri (yed-i vahit) ve narhlarla belirlendiği ortam geçmişte kalmış, dış ticaret hacminin de artması sonucu paranın veznindeki değişim günü gününe fiyatlara yansır hale gelmişti. Bu durumda çözüm, ya dışarıya borçlanmak ya da uzun zamandır Batı’nın uygulamakta olduğu gibi, kağıt para basmaktı. Ancak bu ikinci seçenek, Osmanlı için çok zor bir yoldu; çünkü, kağıt para sisteminin yürümesi halkın devlete güven duymasına bağlıydı. Osmanlı halkının devletine güveni ise yok denecek kadar azdı. Buna rağmen, 1840 yılında ilk kağıt para (kaime) basıldı. Aslında kaime para olmaktan çok tahvildi. Yıllık %8 faiz getirisi vardı. İlk defa faizsiz kaime, yani gerçek anlamıyla banknot 1850 yılında basıldı. Ama sonunda halkın korktuğu başına geldi. Devlet başı sıkıştıkça kaime bastığı için Osmanlı para sistemi altüst oldu, 1844 yılında yapılan para reformunun da anlamı kalmadı. Sonunda devlet, kaimeleri piyasadan toplayıp imha etmeye karar verdi. Bunu finanse edebilmek için halktan ‘iane-i umumiye’ adı altında yardım toplandı. Bir miktar kaime toplanıp darphanede yakıldı ama Cidde’de karışıklıklar çıkınca devlet, paranın kalanını oraya harcadı. Ardından Kırım savaşı patlak verince, kaimeleri geri toplamak şöyle dursun, yeniden kaime basıldı. Savaştan sonra da kaimeleri piyasadan çekmek için yardım toplama, sonra sıkışıp yardım parasını başka yere harcama olayları tekrarlandı. Sonunda bu iş, Fransız sermayesi ile kurulmuş olan Osmanlı Bankası’na 1863 yılında havale edildi, karşılığında bu bankaya devlet bankası ayrıcalığı ve banknot çıkarma hakkı verildi. Daha sonra Osmanlı Devleti dara düştükçe, 1876 ve 1914 tarihlerinde yine banknot basmak zorunda kaldı ve bu girişimler de benzer şekilde hüsranla sonuçlandı.

Kırım savaşı sırasında ilk dış borçlanma yapıldı. 20 yılda borç çok arttı. 1873 krizinde Avrupa borç vermeyi durdurunca moratoryum ilan edildi. 1881 Düyun-u Umumiye kurulmak zorunda kalındı.

Faizcilik

Makul faiz (% 10 – 20) toplumda kabul görmekteydi. Murabahacılık yaygındı ve günah sayılmıyordu. Ebussuud Efendi’nin bu konuda lehte fetvası vardır.[41] Toplum tarafından hoş görülmeyen, fahiş faizcilikti. Fahiş faiz alanlara ‘ribahor’ denirdi.

XVI. yy dan sonra kadı önünde yapılan senetlerde, parayı veren sanki bir de kumaş satmış gibi gösterilerek, faiz yerine ‘çuha bedeli’ dendi. %20-50’ye varan oranlarda faiz uygulaması mevcuttu. Resmi faiz diye bir oran söz konusuydu. Buna, ‘Şer-i fayda’ denilirdi ve %10-15 arasındaydı (onu onbir). Ancak, resmi faiz sadece vakıf parasının işletilmesinde uygulanmaktaydı. Sonraları, vakıflar bile ‘çuha parası’ adı altında daha yüksek faizler almaya başladı. Para verme işlemi 2 ay önce yapılmış gibi gösterilip vadeden kısma yolu da uygulanabilmekteydi.[42]

 Vakıfların dışında kurumsal para sağlayıcı yoktu. Büyük miktarda ticari kredi almak ta mümkün değildi. Böyle bir ihtiyacı olanlar genellikle çok sayıda kişi ve kuruma başvurmak zorunda kalmışlardır.

Ulaşım

XVI. yüzyıl Anadolu’suna baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Su üzerinden yapılan ulaşımın daha ucuz olması dolayısıyla kıyı kentlerinin, iç bölgelerdekine kıyasla daha yüksek gelişme potansiyeline sahip olması beklenirken Anadolu’daki gelişmiş kentlerin daha çok denizden uzak yerlerde konumlandığını görmekteyiz. Bu durumun sebebi, Suraiya Faroqhi’ye göre, İstanbul’un gereksinmeleridir. Merkezi hükümet ağırlığını koyduğu sürece denize yakın olan verimli ovalardan İstanbul’un iaşesi (emir-komuta ekonomisi yöntemleriyle) sağlanmakta ve bu nedenle denize yakın bölgelerdeki kentler genellikle büyüyememektedir. Öte yandan İç Anadolu’da yetiştirilen tahıllar, ulaşım giderlerinin yüksek olmasından İstanbul’a yollananamamakta ve ancak savaş zamanında ordular için üretildiği bölgelerden sağlanmaktadır. Savaş dönemi dışında ise iç bölgelerdeki kentlerin büyüme imkanı bulunmaktadır.[43] Yani, Anadolu’nun kıyı kentleri, deniz ulaşımının avantajlarına rağmen, İstanbul’un sömürüsü yüzünden, iç bölgelerdeki kentler kadar bile gelişememişlerdir. Bu olgu, Osmanlı yönetiminin önceliklerinin neler olduğunu açıkça ortaya koyan örneklerden biridir.

Osmanlı deniz taşımacılığının çok büyük bir bölümü İstanbul’un iaşesi için çalışmaktadır. Bunun dışında kalan deniz trafiğinin en önemlisi Karadeniz’dedir ve genellikle Müslüman kaptanlar tarafından yapılmaktadır.

Kara ulaşımında ise genellikle deve ve katır kullanılmıştır. Tımar sistemi içinde yolların bakımı yapılıyordu. Tımar sistemi ortadan kalkınca yollar bakımsız kaldı. Tekerlekli taşıt kullanımı gecikti.

Selçuklular gibi, Osmanlılar da ulaşım yolları üzerinde hanlar inşa etmiştir. Osmanlı hanları, Selçuklularınki gibi sanat değerine sahip yapılar değildir. İşlevselliği ön planda tutularak yapılmışlardır. İkinci derecede önemi olan yollarda ise yolcular zaviyelerde konaklayabilmektedir. Bu hizmet karşılığında çoğu zaviyelere belirli vergilerden muafiyet tanınmıştır.[44]

XVIII. yy sonunda buharlı makinanın icadıyla nakliye kolaylaştı. Bunun Osmanlı tarım ve zanaati üzerinde etkisi olumsuz oldu.

1850’ye gelindiğinde Osmanlı’da hiç demiryolu yoktu. 1854’te Tanzimat Meclisi’nin bir takririnde demiryollarının öneminden söz edildi. Ama sanayinin bahsi geçmedi.[45]

Demiryolu işi ekonomiye canlılık, yönetime etkinlik getirdi ama sanayiye fazla faydası olmadı. Demiryolu güzergahında ekonomiden çok askeri mülahaza ön planda oldu.

Osmanlı topraklarında demiryolunun tarihi, 1851 yılında 211 km’lik Kahire-İskenderiye Demiryolu hattının imtiyazının verilmesiyle,  bugünkü milli sınırlar içindeki demiryollarının tarihi ise 1856 yılında 130 km’lik İzmir-Aydın Demiryolu hattının imtiyazının verilmesiyle başlar.

Osmanlı Döneminde yapılan 4.136 km’lik bölümü bugünkü milli sınırlarımız içerisinde kaldı. Bu hatların 2.404 kilometresi ise yabancı şirketler, 1.377 kilometresi de devlet eliyle işletilmekteydi.[46]

 

İşgücü

Bütün sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da ücretle çalışanlar, faal nüfusun sadece küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Köylü işletmeleri, ailenin sağladığı işgücü ile idare edilmekteydi. XVI. yüzyılda İstanbul veya Edirne yakınlarında bulunan devamlı çiftliklerin işgücünü üç-beş köle oluşturmaktaydı. Hasat zamanında ise buna genellikle Arnavud dağlarından gelen geçici işçileri de eklememiz gerekmektedir. Savaş esirlerinin özellikle İstanbul çevresinde daha büyük gruplar halinde çalıştırıldığını bilmekteyiz. Orta Anadolu’nun bazı yerlerinde ve İstanbul bölgesinde XV. ve XVI. yüzyıllarda rastlanan ortakçı kulların esir kökenli oldukları varsayılmaktadır. Normal köylülerden ağır vergiler ödeyen ve evlenmelerinde de türlü sınırlamalara tabi tutulan ortakçı kullar, XVI. yüzyılda giderek bu statüden kurtulabilmişler ve reayadan sayılmışlardır. Osmanlı idaresindeki pirinç tarlalarında çalıştırılan çeltikçiler de bu kategoridedir.

Esnaf atelyelerinde çalışan çıraklara genelde ücret ödenmezdi. Çıraklık dönemi bazen uzun sürdüğünden çırakları da ücretsiz işgücü olarak hesaba katmak gerekir. Tabii ki ücretli işçi çalıştıran işyerleri de vardır. Bursa ipekçiliğinde XV. ve XVI. yüzyıllarda köle emeği yaygın olarak kullanılmıştır. Belirli bir miktarda kumaş dokuyan kölenin azad edilmesi yaygın bir uygulamadır. Tarımda ve sanayide örneklerini vermiş olduğumuz köle emeğinden yararlanma uygulamalarına rağmen bunların fazla yaygın olmadığını, kölelerden genellikle ev hizmenlerinde yararlanıldığını söylemek mümkündür. Ayrıca, Osmanlı köle sahipleri, köle ve cariye anababalardan köle yetiştirme yoluna da gitmemişlerdir.

Devlete ait işlerde piyasa raicinin çok altında ücretlerle köylü ve esnafın çalıştırılması, acemi oğlanların ücretsiz olarak çalıştırılması da yaygın uygulamalardır.[47]

Sermaye Birikimi

Osmanlı İmparatorluğu’nda, büyük şehirlerde istisnai olarak geniş pazara ve başka ülkelere hizmet eden üretim görüyoruz. Yani, istisnalar dışında, üretimingenel özelliği, yerel ve sınırlı olmasıdır.

‘Hisba’, vurgunculuk ve hileye karşı toplum yararının korunmasını hedefleyen şeriat kuralıdır. İslam devletini görevi makul fiyatı belirleyip uygulanmasını sağlamaktır. Buna ‘narh’ denir. Kar, %10-15 arası tutulmaya çalışılır.[48] Hisba, bölgelerarası ticarette uygulanmaz. Ancak ‘riba’ (muamelede meşru miktardan tecavüz) üzerinde her hal-ü karda kontrola tabidir. Bütün bunların sonucunda, büyük servet birikimi olanaksız hale gelmiştir. Kıymetli maden darlığı yüzünden nakit servet birikimi de hoş karşılanmıyordu. Kur’an’ın IX, 34.-35. ayetlerine dayanarak Biruni (XI. yy), ‘altın ve gümüş parayı tedavülden alıkoymak toplum suçudur’ demiştir.[49] Ücretlerin sabit kalması için de lonca içinde uygulanan sistem vardır. Köle emeği yaygındır. Mutakaba anlaşması ile belli işi yapanlar azad edilebiliyordu. Köle bedeli: 30-120 duca arasındaydı.[50]

Osmanlı İmparatorluğu’nda zenginlik sıralamasına baktığımızda en büyük servetin saraydaki yüksek rütbeli memurlarda olduğunu görüyoruz. Bunların has ve zeamet şeklinde toprakları vardı. Aslında devlet ricalinin ticaret işine girmesi doğru bulunmuyordu. XIV. yüzyıl İslam bilginlerinden İbn-i Haldun’un siyasetnamesinde bunun sakıncaların üzerinde durulmuş ama bu kural pek işlememiştir. Devlet ricali, işlettikleri topraklarda veya kurdukları vakıfların arazilerinde yetişen hububatla, yurtiçi, yurtdışı fiyat farkından yararlanıp servet yapabiliyorlardı. Yani, tebaalarına yasak ettikleri hububat ihracatını kendileri yapıp para kazanıyorlardı.

Yüksek memurlar zengin olabiliyordu ama müsadere korkusuyla servetlerini vakfa dönüştürüyorlardı. Finasmandan öncelikle aile faydalanıyordu. Vakıflar ekonomik canlılık sağlıyordu ama üretici değil tüketiciydiler. Gerçek kapitalist kurum olamaları yapıları itibarıyla mümkün değildi.

Zenginlik sıralamasının sonraki basamaklarında sırasıyla Sarraflar, tüccarlar, arazi sahipleri, faizci ve rantiye yer alıyordu.[51] Görüldüğü gibi, zenaatkarlar (yani, ileride sanayici olma potansiyelini taşıyan küçük üreticiler) sıralamaya bile girememiş durumdaydı. Bunun nedenlerine daha sonra değineceğiz.

Sarraflar, kıymetli maden ticareti, borç verme, mültezimlik veya mültezimlere finansörlük yapmaktaydı. Tüccarların içinde ancak uzak mesafelerle ticaret yapanlar ve İstanbul’a zahire getireler kayda değer paralar kazanabiliyordu.

Zenaatkarlar, lonca adı verilen meslek kuruluşları etrafında örgütlenmişlerdi. Loncalarda rekabet kavramı ve kar odaklı olmak hoş görülmemekteydi. Gazali’nin prensipleri doğrultusunda, yaşamını sürdürmekten fazla paranın peşinde koşmak ahlaksızlıktı. Zengin olan lonca mensubu kovuluyordu. El emeği ve alın teri kutsaldı. Rekabeti önlemek adına, loncanın ihtiyacı olan hammadde bir araya getirilir ve her üyeye şeffaf bir şekilde paylaştırılırdı. Üretilen ürün lonca adına satılırdı. Ürün çeşitlendirme ve kalite farklılaştırmaya müsade edilmezdi. Spekülatif hareketler yapan tüccarlar düşman kabul edilirdi. Bezirgan, Madrabaz sözcükleri küfür yerine kullanılırdı. Lonca-Tüccar çatışmasında devlet loncanın yanındaydı.[52]

Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik yapısı geleneksel Ortadoğu devletlerinin tipik örneğidir. Üretim ve dağıtım üzerinde yakın kontrol uygulanmıştır. Sanayi üretimi lonca sistemine bağlıdır. Hiçbir zaman Avrupa’nın Merkantalist sistemine gidiş görülmedi. En zengin lonca mensubu bile yüksek ölçekte bir üretici olamadı. Dış pazarlara açılamadı.

Devlet, kıymetli maden ihtiyacını ithalatı teşvik edip ihracatı yasaklayarak sağlamaya çalıştı. Başarılı olamadı.

Lonca sistemi XIX. yy a kadar yaşadı.

Sermaye birikim potasiyeli olan tek iş, bölgelerarası ticaret ve faizcilikti.

Yüksek memurlar zengin olabiliyordu ama müsadere tehtidi ile servetlerini vakfa dönüştürüyorlardı. Vakıflar ekonomik canlılık sağlıyor ama üretici değil tüketici olmaları nedeniyle gerçek kapitalist kurum olamadılar.

En büyük servet sahipleri memurlar ve sarraflar (kıymetli maden ticareti, borç verme, mültezimlik)

Osmanlı’da vakıfların dışında bir tüzel kişilik yoktur.

Dini temelli veraset sistemi, nesillerce süren ortaklıklar ve firmalar için uygun değildi.

Kredi sistemleri ilkeldi ve faizler fahişti. Buna karşılık, köylü de, esnaf ta kredisiz yaşayamadığı için sürekli uygun olmayan koşullarda borç para almak zorundaydı. Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına kadar para darlığıproblemi hiç değişmeden varlığını sürdürdü. 1584’te Avrupa gümüşü Osmanlı pazarına girdiğinde bile darlık devam etti.

Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Avrupa’daki tüccar ve sanayicilerin gerçekleştirdikleri ile kıyaslanabilecek bir sermaye birikimi gerçekleşmedi. Bunun sebeplerini, yukarıdaki bilgilere dayanarak, şöyle sıralayabiliriz:

·        Lonca örgütlenmesinin kendi içindeki kurallar

·        Devletin merkeziyetçilik anlayışının sonucu olan engellemeler

·        Hem devlete (müsadere tehdidi) hem de ortama (asayiş zaafiyeti, istikrarsızlık) güvensizlik yüzünden, sermeye sahiplerinin uzun vadeli yatırımlara yönelmekte isteksiz olmaları

·        İslami ticaret örgütlenmesinde vakıftan başka tüzel kişilik anlayışının bulunmaması

·        İslami veraset sisteminin uzun ömürlü şirketler için engel teşkil etmesi

·        Kredi mekanizmalarının kurumsallaşamaması

 

GENEL DEĞERLENDİRME

Osmanlı’nın ekonomi anlayışı ne kadar toplumcudur?

Batıda, XVI. yüzyıldan itibaren Merkantilist ekonomi anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Sanayi devrimine kadar süren bu dönem içerisinde ticaret ön plana çıkmış, ticaretteki artış, tarımdaki ‘geçimlik üretim’ yerine ‘pazar için üretim’ anlayışının ortaya çıkmasına sebep olmuş, ev tezgahları şeklinde sanayi kapitalizminin ilk adımları atılmaya başlanmıştır. Bu dönem aynı zamanda keşifler çağıdır. Keşfedilen ülkelerle yapılan sömürge ticareti ve bu ülkelerden gelen kıymetli madenler sermeye birikimin yolunu açmıştır. Dünya ölçeğinde yapılan ticaret, ülkeler arasında çıkar çatışmalarına neden olunca devletler kendi tüccarlarının çıkarlarını korumaya çalışmış ve dış ticarette tekelci zihniyet ortaya çıkmıştır.

Bu gelişmeler dini yaklaşımlara da yansımış, XVI. yüzyılda ortaya çıkan Kalvinizm, ticaret faaliyetini kutsal sayarak yüceltmiş ve zenginlik peşinde koşmayı yüce bir amaç haline getirmiştir.

Bu dönemde Batı’nın emek üzerindeki politikası korkunçtur. Çalışanların ücretlerini yükseltmenin onları tembelliğe iteceği kabul edilir. Ücretlerin mümkün olduğunca düşük, buna karşılık erzak fiyatlarının yüksek olmasına çalışılmış, bu şekilde insanların açlık sınırında tutulması ve çalışmak için bu şekilde motive edilmenesi yoluna gidilmiştir. İşçi çocukları okula gönderilmemiş, erken yaşta çalışmaya başlatılarak çocuk emeğinden de bol miktarda yararlanılmıştır. 

Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’na baktığımızda ise bambaşka bir manzara görüyoruz.

·        Batı’lı ülkeler Merkantilist anlayış doğrultusunda ekonomide korumacılık yapıp, dış satımı destekleyip dış alımı sınırlandırırken, Osmanlı bunun tam tersini yapmakta, iaşeci anlayışla, dış alımı, ülkede bolluğu arttırıcı etken kabul edip tamamen serbest bırakmakta, dış satıma ise daima kötü gözle bakmaktadır. Dışsatımda gümrük vergisi her zaman dış alımdan daha yüksek olmuş, zaman zaman da bazı malların, özellikle hububatın dış satımı, kıtlık olabilir düşüncesiyle, yasaklanmıştır.

·         Batı’lı ülkelerde erzak fiyatları, ‘halk karnını kolay doyurup tembelleşmesin’ düşüncesiyle mümkün olduğunca yüksek tutulmaya çalışılırken, Osmanlı, fiyatların yükselmemesi için devlet müdahaleciliği yoluna gitmiş ve ‘narh’ uygulaması yapmıştır.

·        Batılı devletler sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırıp, sermaye birikimini sonuna kadar teşvik ederken, Osmanlı, sermaye birikimine pek sıcak bakmamıştır. Batılı devletlerin bu konudaki yaklaşımına verilecek en çarpıcı örnek, İngiltere’deki meşhur ‘çitleme hareketi’dir. İngiltere yününe olan talebin artması üzerine, büyük toprak sahipleri  kamu arazilerini kapatıp etrafını çitle çevirmeye başlamışlar, devlet te bu arazileri, koyun beslemeye yönelik olmak kaydıyla, büyük toprak sakiplerine tahsis etmiştir. Osmanlı’nın sermaye birikimi ile ilgili politikalarına bölüm B.7 de yer verilmiştir.

·        Batılılar, ekonomik gelişmenin ve dünyevi servet sahibi olmanın dini altyapısını Kalvenizm ile gerçekleştirmişler, diğer mezhepler de bu gelişmelerden etkilenmiş, böylece, zenginlik peşinde koşmanın da kendini ibadete adamak kadar kutsal olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır. Osmanlı’da ise, İslamiyet’in ticari faaliyete olumlu bakmasına rağmen, lonca geleneğinde, yaşamını sürdürmekten fazla paranın peşinde koşmak genelde hoş karşılanmamaktaydı. Ayrıca devlet, kaynağı saray olmayan servete iyi gözle bakmazdı. Bu durum, sanayiye yatırım yapmayı gelecek vaad etmeyen bir iş haline getiriyordu.[53]

Yukarıda sıralanmış olan yaklaşım farkları göz önünde tutularak, Batı’nın, başka ülkeleri olduğu gibi, kendi halkını da insafsızca sömürdüğünü, zenginliğinin ve gelişmişliğinin temelinde bu acı gerçeğin yattığını, Osmanlı’nın ise, halkını gözettiği, sömürülmesine izin vermediği için servet birikimini ve gelişme atılımlarını gerçekleştiremediği sonucunu çıkarabilir miyiz? Bu sorunun cevabı tek kelimeyle verilebilecek kadar basit değildir.

XVI. yüzyıl ve öncesinde, hem Doğu’da hem de Batı’da, ekonomik faaliyetin %90 oranında basit usullerle yapılan tarımdan ibaret olduğu ve köylülerin bu ilkel yöntemlerle ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar, (geçimlik) belki bunun çok az üzerinde üretim yapabildikleri bir ortamda sermaye birikimin gerçekleştirilebilmesi için sömürünün kaçınılmaz olduğu açıktır. Nitekim, Batı’da işlerin bu şekilde yürüdüğü konusunda bir şüphe yoktur. Ama ‘Osmanlı, halkını sömürmek istemediği için gelişemedi’ sonucuna varmak o kadar kolay değildir. Gelin, Osmanlı’nın ‘toplumcu’ politikalarına ve kurumlarına daha yakından bakalım.

Osmanlı Devleti’nin herşeyin üzerinde tuttuğu en önemli amaç ‘hanedanın bekası’dır. Yani Osmanoğulları’ndan birinin tahtta oturuyor olması. Bu yüzden Osmanoğulları, devleti birlikte kurdukları soylu Türk beylerine sırt çevirip, katiplikten vezir-i azamlığa kadar istisnasız tüm yönetim kadrolarına devşirme kapıkullarını, yani arkasında soyu, boyu, aşireti olmayan köleleri getirdiler. Kölelerle hanedan arasında mükemmel bir çıkar dengesi kuruldu. Devşirme bürokrasi de yaşayabilmesinin ve iktidarın nimetlerinden faydalanabilmesinin tek yolunun, bir Osmanoğlu’nun tahtta oturuyor olmasıyla mümkün olabileceğinin farkındaydı. Fetret devrinin karışıklığı arasından devletin tekrar ayağa kalkabilmesinde en büyük etken işte bu bilinçli bürokrasidir. İstanbul’da zaman zaman İsyanlar oldu; padişahlar bile ‘hal’ edildi ama bu isyanlar düzene karşı değil bazı özel isteklere yönelikti. tahttan bir Osmanoğlu indi bir diğeri onun yerine çıktı. Osmanlı devletinin politikalarını incelerken tüm politikaların altında yatan bu ana güdünün bilincinde olmak gerekir.

Osmanlı’nın iaşecilik (İhtiyaç maddelerinin piyasada bulunabilmesini garanti altına alma) yaklaşımının hedefi şehirler ve özellikle İstanbul’dur. Kırsal bölgelerde çeşitli nedenlerle (isyan, karışıklık, kuraklık) işlerin ters gitmesi sonucu kıtlıkların yaşanması ender rastlanan bir durum değildi. Böyle birşey olduğunda devlet dış ülkelere ve hatta bir sancaktan diğerine hububat ve hayvan satışı yasaklar, öncelikle İstanbul’un ihtiyacının karşılanmasını esas alan düzenlemeleri yapardı. Yasaklara rağmen kimse İstanbul’a hayvan getirmek istemiyordu çünkü çok düşük narh uygulaması vardı. [54]

XVI. yüzyıl sonuna doğru Anadolu’da hububat darlığı süreklilik göstermeye başladı. Sahillerden Avrupa’ya devamlı olarak hububat kaçırılması kıtlığın boyutunu arttırıyordu. Celali Fetreti denilen devrin başlangıcı olan 1595 yılına gelindiğinde Anadolu iyiden iyiye açtı. Onu takip eden ‘Büyük Kaçgunluk’ süresinde ise köylüler çiftliklerini terk ederek dağlara kaçtıkları için tam 15 yıla yakın bir süre Anadolu tarihinin hiçbir devrinde görmediği bir kıtlık yaşandı. Karadeniz dahil, bütün limanlardan gemiler Anadolu’ya sürekli hububat taşıdı. Hükümet hala elinden geldiği kadar Anadolu’ya izinsiz buğday verilmesine engel olmaya çalışıyordu.[55]

İstanbul niçin bu kadar önemlidir? Çünkü İstanbul ‘payitaht’tır. Yani, saray ve padişah İstanbul’dadır. Burada başgösterecek hoşnutsuzlukların, padişah ve çevresindekiler için olumsuz sonuçlar doğurması ihtimali vardır.

Sonuç olarak, Osmanlı’nın ekonomik ve sosyal politikalarının, Avrupa ile kıyaslamalı olarak bir genel değerlendirmesini yaptığımızda, şunları söylemek mümkündür:

Toprak düzeninin, kuruluş döneminden, XVI. yüzyıl ortalarına kadar Avrupa’ya kıyasla daha adil ve insancıl olduğu görülmektedir. En azından başlangıçta halkın yararına olan bu sistemin, Osmanlı’nın merkeziyetçilik yaklaşımının bir sonucu olduğu, temelde ‘hanedanın bekaası’ esas alınarak hareket edildiği muhakkaktır. XVI. yüzyıl ortalarından itibaren, fetih gelirlerinin azalması ve devlet harcamalarının artması sonucu ortaya çıkan nakit ihtiyacı, hem vergilerin arttırılmasına hem de iltizam ve malikane sistemleri ile bu görece toplumcu düzen de bozulmuştur. 

Ticarette güdülen politika iaşecilik, tanım itibarıyla tüketiciyi korumaya yöneliktir. Ancak bu yaklaşım, bir taraftan üreticiyi mağdur etmiş, ülkenin ticaret dengesini bozmuş, sermaye birikimin önündeki engellerden biri olmuştur. Korunmak istenen tüketici kesimde de önceliğin İstanbul’da olduğu açıktır. Dolayısıyla yine payitaht’taki halkın hoşnutluğu ve böylece hanedanın bekaasına karşı bir riskin oluşmaması ön planda tutulmuştur.

Lonca düzeninin, bir ortaçağ örgütlenmesi olarak çok olumlu toplumcu özellikler taşıdığı muhakkaktır. Kapalı ekonominin aşılması ve geniş pazarlar için üretim yapılması olanaklarının ortaya çıkmasıyla birlikte bu yapılanma için de değişim ihtiyacı başgöstermiş oldu. Yeniçerilerin destekliyor olması, Osmanlı’nın meşhur tutuculuğu ve benzeri rasyonel olmayan sebeplerle gerekli değişimlerin yapılamaması, sanayileşmenin önündeki engellerden biri olarak tarihe geçmiştir.

XIX. yüzyılın liberalist politikaları Osmanlı Devletinin yarı sömürge haline gelmesine mi sebep oldu?

Osmanlı’nın klasik döneminde toprak düzeninin başlıca özelliklerini aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

a.      Toprak düzeni:

                                                                                  i.     Parasallaşmamıştır: Vergiler çoğunlukla ayni olarak ödenir. Pazarda ayni ilişkiler hakimdir.

                                                                                 ii.     Geçimliktir: ‘Kendi yağında kavrulma’ durumu hakimdir. Tüketim yapısı sınırlıdır. Meta üretimi gelişmemiştir.

b.      Tarım dışı üretim:

                                                                                  i.     Loncalar şeklinde örgütlenmiştir.

                                                                                 ii.     Piyasa göstergelerine göre değil ahlak normlarına göre faaliyetini düzenler. Fütuvvet[56] ilkeleri üretime dinsel boyut katar.

                                                                                iii.     Dikey bütünleşme vardır.

                                                                                iv.     Usta-kalfa-çırak ilişkisi mesleki dayanışmayı sağlar.

c.      Ticaret

                                                                                  i.     Geçimlik yapı ticari ilişkileri sınırlı tutar.

                                                                                 ii.     Ulaşım imkanları ilkeldir. Hacimli malların sevki zordur. Ancak yükte hafif pahada ağır mallar ticaret konusu olabilir. Bu yüzden, kıyı boyu ticaret daha etkindir.

Yukarıda tarif edilen bu yapının dönüşümü, yani kapitalistleşme ve Batı ile entegre olma süreci ancak XIX. yüzyılda 1820 lerde başlar. 1838 ve onu izleyen ticaret sözleşmeleri bu bütünleşmenin yasal düzenlemeleridir. Emir komuta ekonomisinden, Pazar göstergelerinin yönlendirdiği piyasa düzenine geçişin sembolik dönüm noktasıdır.

Tanzimat yönetiminin başlattığı bu dönüşüm bazı tarihçiler ve ekonomistler tarafından yaratılan serbest ticaret ortamının Osmanlı sanayi’ini çökerttiği ileri sürülerek eleştirilir. Bu eleştiriyi getirenlerin öne sürdüğü alternatif, gümrük duvarlarını yükselterek yerli sanayinin gelişmesi için ortam yaratmaktır. Oysa, bu tür koruyucu gümrük politikaları ancak gelişme sürecinin belli bir aşamasında, diğer birçok etmenle birlikteliği göz ardı edilmediği takdirde anlam kazanır. Yoksa durağan bir ekonomik ve toplumsal yapıyı yüksek gümrük duvarları ardında harekete geçirmek ve sanayileşmesini sağlamak olanaksızdır. Gümrük korumacılığının yararlı olabilmesi için durağan yapının çözülmeye başlaması, ekonominin parasallaşması, meta üretimine geçilmiş olması ön koşuldur. Gelişmeyi korumacılığa indirgeyen bir yaklaşım dünyanın hiçbir ülkesinde olumlu sonuç vermemiştir. Koruyucu politikalar gelişme potansiyelini yönlendirici olabilir; yoksa korumacılık gelişme dinamiğini içinde taşımaz.[57] 

Batı’da sanayi devrimine giden yol üzerinde neler yaşandığına bakacak olursak şunları görmekteyiz:

·        Sermaye birikimi: Avrupa’ya değerli maden akımı, fiyat devrimi, ‘putting out ve manifakture (fason üretim) geçiş, , Pazar için meta üretimi, ticari sermayenin sınai sermayeye dönüşmesi

·        Üretim araçlarının sermayedarın elinde toplanması: kırsal kesimde çitleme toprağın toplulaştırılması

·        Sınai işgücünün ortaya çıkması: tarımda verim artışı, artık işgücünün tarım dışı uğraşlar için bir emek havuzu oluşturması, hızlı nüfus artışı,

·        Talep oluşumu: , nüfus çoğunluğunu oluşturan kırsal kesimde tarım dışı mal ve hizmet talebinin yoğunlaşması, uluslararası ticaret.

·        Finansman olanakları: tek para düzenine geçiş, banka ve kredi kurumlarının gelişmesi, para benzeri dolaşım araçlarının kabul görmesi, baknot tedavülü,

Tanzimat döneminde, iç ve dış ticaretin gelişimi, tarımda meta üretimine geçiş, tek para sistemine yöneliş, para ve kredi kurumlarının doğuşu iktisadi bütünleşme için gerekli ulaşım-iletişim ağının oluşturulması, ve ticaret kanunnamelerinden ticaret odalarına yasal ve kurumsal düzenlemelere girişilmesi gibi gelişmenin doğal akışı için gerekli düzenlemeler de yapılmıştır. Ticaret sözleşmeleri de bu yolda atılan adımlardan arasındadır. Özellikle tarımın geçimlik yapısını çözmüş, provizyonist düzeni parasallaştırmış, kendi yağıyla kavrulan kapalı ekonomiyi dış pazara açmış, üreticiye ‘tevekkül’ yerine ‘kazanç’ düşüncesini aşılamıştır. Ancak bunlar gerekli olmakla birlikte yeterli değildi. Batı türü bir sanayileşme dinamiğinin oluşması için aşağıdaki oluşumlara da ihtiyaç vardır:

·        Tarım Devrimi: Toprakta özel mülkiyetin pekişmesi, işletme ölçeğinde toplulaşma yoğunlaşma, tarımda verim artışı sonucu tarım dışına itilen emek fazlalığı ve kentleri besleyecek bir artığın oluşması.

·        Demografik Devrim: Beslenmedeki etkinlik, sağlık koşullarında düzelme sonucu nüfus yoğunluğunun artması. Böylece hem emek fazlalığının oluşması, hem de mal ve hizmet talebinin artması.

Osmanlı’da bunların hiçbiri oluşamadı. Oluşamamasının sebepleri çok çeşitlidir. Fakat yine de Tanzimat dönemindeki liberal politikalar bu yönde birtakım adımların atılmasını sağlayabilmiştir. Ticaret alanında gelişme, parasallaşma, kurumsallaşma, ulaşım ve iletişim araçlarının etkinleşmesi, pazara yönelik bir imalat kesiminin ilk filizlerini vermesi bu dönemde olmuştur.

Dolayısıyla, ‘Osmanlı XIX. yüzyılda liberal bir dış ticaret politikası izlediği için sanayisi gelişemedi’ yaklaşımı doğru değildir. Korumacı politikalar gelişme dinamiğinin oluştuğu ortamlarda anlam kazanır. Bu dinamikten yoksun bir çevrede korumacılık olsa olsa durağanlığı sürdürmeye yarar.

Zihniyet sorunları da Osmanlı’da sanayileşmeyi geciktiren etmenler arasında yer alır. Toplumun hakim katmanlarının ‘kapıkulu’geleneği maddi üretimi hakir görür; ‘amele’ sosyal statü açısından toplumun en aşağı katmanı olarak kalır.

Oysa, Osmanlı’nın gelişiminin ancak geleneksel, fiskalist, provizyonist klasik ekonomik modelin çözülmesiyle sağlanabileceği gerçeğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı’nın klasik ekonomi anlayışı çerçevesinde ticari mallardan limanlarda, şehir ve kasaba girişlerinde, Pazar yerlerinde biçok isim altında iç ve dış gümrükler ve vergiler alınmaktadır. Bunlar ticareti engelleyici rol oynamaktadır. Tanzimat döneminde yapılan ticaret sözleşmeleri ile belli ürünlerin alım satımındaki devlet tekelleri kaldırılır ve dış ticaret kapsamına giren mallar iç gümrüklerden muaf tutulur.

Osmanlı yönetimi gümrüklerin yönetiminde mali kaygıları her zaman ön planda tutmuş, yani gümrükleri ekonomiyi yönledirmek için bir araç değil, bir gelir kaynağı olarak görmüştür. İlk defa tanzimat döneminde gümrüklerin ekonomiyi yönlendirme etkisinin farkına varılmıştır.

1873 te başgösteren ‘Büyük Buhran’ ile birlikte tüm Avrupa ülkelerinin ithal gümrüklerini yükselttiği Osmanlı devletinin ise bu dönemde kapitülasyonlar nedeniyle gümrük politikasını istediği gibi yönetemediği bir gerçektir. Osmanlı devleti, savaşı bahane ederek 1914 te kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmıştır.

Tanzimat ile Osmanlı bürokrasisi da bir değişime uğramış ve Osmanlı’nın geleneksel kapıkulu zihniyetinden arınmış daha çağdaş bir devlet aygıtı ortaya çıkmıştır. ‘Birey’ ve ‘toplum’ kavramları bu dönemde ortaya çıkmaya başlamış, kişinin can ve mal güvenliği gündeme gelmiş, yönetimle yargı ayrışma yoluna girmiş, kısacası, raiyyet’ten vatandaşlığa geçişin temelleri atılmıştır.[58]


 

KAYNAKÇA

İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul

Faroqhi, Suraiya (2006). ‘’Krizler ve Değişim,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 537-743

McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 761-867

Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’  II: 1600-1914, İstanbul, s. 885-1041

Pamuk, Şevket (2006). ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nda Para 1326-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 1053-1095

Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul

Akdağ, Mustafa (2009). ‘’Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları,’’ İstanbul

Kunt, Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1300-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 21-144

Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 145-205

Kunt, Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1600-1789,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 19-72

Akşin, Sina (2013). ‘’Siyasal Tarih 1789-1908,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 77-165

Faroqhi, Suraiya (2013). ‘’İktisat Tarihi 17. ve 18. yüzyıllar,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 191-215

Toprak, Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 219-268

İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 97-140

Osmanlı Tarihi, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cilt ?cilt ? sayfa




[1] Kunt, Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1300-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 133
[2] İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 147
[3] Kunt, Metin (2013). ‘’Siyasal Tarih 1300-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 61
[4] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 785
[5] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 787
[6] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 764
[7] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 435
[8] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 287
[9] Vakıfların müsaderesine dair örnek yok değildir. II. Mehmed, mülk ve vakıf arazilerinin kuruluş belgelerini gözden geçirtip amaca uygun olmayanları nesh veya iptal yoluna gitmiştir. Ancak bu tasarrufu büyük tepki topladı. Ölümünden sonra, askeri sınıfın Cem’i desteklemesine rağmen, tarikatlerin desteğiyle II. Bayezid tahta çıktı ve arazileri iade etti. (İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 171)
[10] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 553
[11] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 150
[12] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 150
[13] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 150-151
[14] Osmanlı Tarihi, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cilt ?cilt ? sayfa
[15] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 769
[16] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 769
[17] Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’  II: 1600-1914, İstanbul, s. 974-8
[18] İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 81
[19] İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 81
[20] Toprak, Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 222
[21] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘’İktisat Tarihi 17. ve 18. yüzyıllar,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 213
[22] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 837
[23] İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 126
[24] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 794
[25] Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’  II: 1600-1914, İstanbul, s. 972
[26] Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’  II: 1600-1914, İstanbul, s. 973
[27] Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’  II: 1600-1914, İstanbul, s. 962
[28] Faroqhi, Suraiya (2006). ‘’Krizler ve Değişim,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 580
[29] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 168-71, 197
[30] İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 88
[31]İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 97
[32]İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 90
[33] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 177-9
[34] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul s. 321
[35] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul s. 322
[36] Faroqhi, Suraiya (2006). ‘’Krizler ve Değişim,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 539
[37] İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s. 321
[38] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s.181-4
[39] İnalcık, Halil (2009). ‘’Osmalı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ I: 1300-1600, İstanbul, s.42
[40] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 355-60
[41] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul s. 544, Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 198
[42] Akdağ, Mustafa (2010). ‘’Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,’’ I: 1243-1453; II: 1453-1559, İstanbul, s. 539-44
[43] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 187
[44] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 187-8
[45] Quataert, Donald (2006). ‘’19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahat Devri 1812-1914,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’  II: 1600-1914, İstanbul, s. 926
[46] TCDD
[47] Faroqhi, Suraiya (2013). ‘İktisat Tarihi 1500-1600,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, II: Osmanlı Devleti, 1300-1600, İstanbul, s. 190-1
[48] İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 108
[49] İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 109
[50] İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 117
[51] İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 127
[52] İnalcık, Halil (1969). ‘’Capital Formation in the Ottoman Empire’’ The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, s. 107-8
[53] McGowan, Bruce (2006). ‘’Ayanlar Çağı, 1699-1812,’’ Halil İnalcık, Donald Quataert, ed., ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi,’’ II: 1600-1914, İstanbul, s. 762
[54] Akdağ, Mustafa (2009). ‘’Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları,’’ İstanbul, s. 74
[55] Akdağ, Mustafa (2009). ‘’Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Celali İsyanları,’’ İstanbul, s. 81
[56] Kelime anlamı yiğitlik, cömertlik olan bir mesleki örgütlenme olup Ahiliğin de temellerinden birini oluşturur
[57] Toprak, Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 233
[58] Toprak, Zafer (2013). ‘İktisat Tarihi,’’ Sina Akşin, ed.,Türkiye Tarihi, III: Osmanlı Devleti, 1600-1908, İstanbul, s. 233-5